Diyarbakır’da şehit olan ve PKK sürüleriyle canla başla savaşan kahraman Mehmetçiklerimize Allah’tan rahmet; değerli komutanlarına ve yüce milletimize başsağlığı dileyerek başlamak istiyorum söze. Kara günlerin ve gittikçe düğümlenen, kaçamayacağımız meselelerin tâ içindeyiz. İnsanı efkâr basıyor; bazen bir kaç yorgun satır karalayabilmek bile zorlaşıyor, enerjisiz yaralı yüreği eziyor.
O yüzden bugün canım “edebiyat yapmak(!)” istiyor.
…
Berceste Dergisi’nin “Son zamanlarda edebî türler içinde roman ve hikâyenin kadim sanatımız şiirden daha çok okunduğuna, daha çok ilgi gördüğüne şahit oluyoruz. Türk edebiyatında roman şiirin önüne mi geçti?” soruşturmasına verdiğimiz cevap:
Yalnız şiir değil, hikâyeye karşı da alâkasızız. Günümüzde, kitaba verilen değer, okunma oranları azalıyor. Edebiyatın hayatımızda fazlaca bir yeri, rolü görülmüyor.
Görsel bir şiddetin, tahakkümün içindeyiz. Söz gelişi, neredeyse televizyon dizilerine göre, yaşantı planlanıyor. Hatta müptelası olduğumuz diziye göre, kız isteme, düğün saati ayarlanıyor; sanal TV kahramanları için okunan mevlitler; sıradaki akla ziyan işler, nice çirkinlikler. Edebiyat adına, insanlık namına yürek burkan sahneler… Artık bu keyiften sonra mübarek “Kurtlar Vadisi” üstüne nasıl şiir gider?
Şiire verilen değer, önem yitti. Hiçbir kavram, ilke asil ve kıymetli olmadığı gibi, şairlik de soylu bir uğraş değil. Şiiri, şairi destekleyecek ödüller, şiir matineleri, şiirli günler, yeşertecek ortamlar silindi. Şiir güneşinin yansımaları kırıldı gitti. İklim bitti.
Önce gönüllerden çekildi belki. Yahut o dökülüş arzusu, kafiyelerin kaynayışı, şiir deryasında yüzme isteği kayboldu. Yaşadığımız hayatın insanın yüreğindeki şiiri törpüleyen, körelten, cebreden bir tarafı var.
İnsanın iç dünyası değişti. Hayatı güzelleştirme arzusu, sanata yatkınlık eksildi. Genel anlamda bilginin, hele mukaddes bilginin ehemmiyeti kalmadı, örtüldü, sığlaştı kesildi.
Şimdi kaç kişi yârine şiir okuyor. Bir perde ardında, “O beldelerde” kalmış, hayal tüllerine sarılmış, kalbin zirvelerinde, hülyalı göklerinde tahtını kurmuş adamlar, kadınlar, bir ebediyet ışığıyla s(arınmış) yüce sevgililer yok. Benzerini kolayca bulacağınız, çabuk usanacağınız “nesneler”, “sayılar” elimizin altında.
İktidar, saltanat göklerde değil, yer(el)de. Toprağa yakın duruyoruz o yüzden. Işıklı, cihanşümul ifadeler yerine; karanlık kelimeler, cümleler kuruyoruz. Tüketim çöplüğünde eski muhabbet(li)leri nâfile arıyoruz.
Nabzımızı tutan, sürükleyici, derûnun müziğini yeşerten, gönlümüze perçinlenmiş, dört mevsim lezîz sofralar kuran, kuşatıcı, gürül gürül akan, yaşsız şiirler şairler bulunmuyor.
Şiir girift, inceliklerle anlamlarla mücehhez, büyük mânâlar yüklediğiniz, edebî bir mahsul değil. Şiirli bir hayat ötelendi.
Bazı kavramlar gibi sanat ve edebiyat da fazla külfet, ağırlık, zahmet kaldırmıyor. Sonuca, başarıya ulaştıran yollar mümkün olduğunca engelsiz, çilesiz yürünmek istiyor. Şairler, yazarlar eskisi kadar yorulmuyor(!).Yürek nerde, bilek nerde? Bedel ödemeye, maliyete katlanmak lâzım. Şiir, biraz da “ruh adamların” işi.
Kutsalla, gelenekle bağlar kopmuş. Sanatın, şiirin sema ile irtibatı kesik. Kavramların yozlaştığı, ananevî kültürün olmadığı yerde, geçmiş tecrübelere saygının, naklin, manevî mirasın devrinin, bir mazi zeminine dayalı gelecek inşasının, dünya görüşünün de lüzumu kalmaz.
Mahmud Erol Kılıç’ın, konuya ilişkin bir tespiti var. “Osmanlı şâirlerinin nerdeyse tamamı sûfidir. Tekke mensubudur ve tasavvuftan beslenmiştir.” diyor.
“Sahip oldukları irfan, o muazzam şiiri kendilerine söyletmiştir. Bakınız, tasavvuf, aynı zamanda şiiri besleyen, onu kışkırtan bir işlev görür. ‘Dert ağlatır, aşk söyletir’ demişler. Aşkı olmayanın irfânı olmaz. Bir derdi, aşkı olan; konuşmak, yazmak ister. Tasavvuf size bir dert veriyor, yeni bir mesele koyuyor önünüze.” (Mahmud Erol Kılıç, Anadolu’nun Ruhu)
Aşksızlık en büyük illet. Ayrıca herhalde şairlere de modası geçmiş, zaman dışı varlıklar gözüyle bakılıyor. Bugün bağrı yanık, mütecessis, mütehassis; şiirine benzeyen, üstünde dumanı sevdası tüten adamlar yabancı bir âlemden gelmiş gibi. Biçare, kazazede ve yalnız. Kim okur, kim doku(nu)r, kim sokulur.
Edebiyat ortamı, her türde bir süzme, seçme işlemini de yapamıyor. Popüler öne geçiyor, bastırıyor. Nitelikli, klasikleşmiş, hakikatli şairlerin sözü geçmeyip, sesi duyulmuyor. Bir gürültüyle, baskın, şirret şiirimsiler meydana çıkıyor.
Genç yeteneklerden Mehmet Çevik, “İlham Karısı” isimli şiirinde, sanırım bir darlığı, iletişimsizliği, tıkanışı da belirleyerek “çağdaş şairin çıkmazına” işaret ediyor.( Beri Kalan isimli kitabından):
“(…)ilham perisi artık/ ilham karısı olmuş/şiir yazdırtamıyor”
Umumî bir çözülme, nizamsızlık, anarşinin görüldüğü günümüzde; zamane şairleri istisnalar dışında, savaşlardan, dünyayı sarsan tehlikelerden, memleketimizin hayatî sorunlarından da ilham almıyor ve düzleşip, araziye karışıyor.
Ancak “Yüksek(!) Benlik” durumları yazılabiliyor. Eski şair ve yazarlarca ele alınan ana değerdeki konuların, coşku unsurlarının, temel beşeriyet davalarının; bugün benzerlerine hatta daha vahimlerine rastlandığında dahi bir edebî karşılığı, şiirle üretilmiş bir cevabı bulunmuyor. Yahut pek az çıkıyor.
Mesela Peygamber Efendimize(S.A.V.), İslâmiyet’e çeşitli şekillerde ve zeminlerde saldırılar yapılıyor, ülke inkâr edilemez bir takım tehditler, belâlar altında. Sağcı dediğimiz ve bazı “hassasiyetleri”, sorumlulukları olması gereken edebiyatçılardan bile bir tepki zuhur etmiyor. Elim hadiseler, gaileler “şair ruhunu” harekete geçirmiyor, kanatmıyor.
En küçük bir dalgalanma, iz, mukabele, kalkışma, şuur alâmeti yok âdeta. Demek ki bir heyecan ve isyan hissi kadar, tutku da kalmamış. Bir teslimiyetçilikle; o erkeklik duygusu da yumulmuş/yamulmuş vaziyette.
Fildişi, saltanatlı kulelerden halka nasıl ulaşılacak, ortak bir güzellik nasıl peyda edilip, paylaşılacak, yankılanacak? Yüreğimiz oyna(ş)masa, farklı kalplerin toprağını hallaç pamuğu gibi nasıl kaldırıp atacağız, gönülleri yerinden derinden söküp oynatacağız.
Dolayısıyla şiirimizle, sanatımızla birlikte varlığımızı da ister istemez devreden çıkarıp, hükümsüzleştiriyoruz.
Hâlbuki önce şairler ayaklanmalı, dikilmeli tüm seçkinliğiyle, diri kalpleriyle. Bir gün nasılsa kucaklanacaklardır içtenlikle. İlham perisi meyyitse de; şairâne zamanları, mısralarla biz döşeriz yine de.
Bu boşluğu doldurmaya çalışan, modern zamanların kanamalı romanıysa, görsellikle destekleniyor. Çok daha dünyevî, daha hızlı, ifsat ve ifşa edici, ruh harabiyetine, toplumsal tükenişe, sosyal karmaşaya ve çatışmaya uygun, çarpıp geçiyor. Ne ararsanız var içinde. Cemiyetin fikir bulamacına ve zihin bulantısına oldukça denk düşüyor. Geveze ve çığırtkan.
Batılılaşan, değerlerinden uzaklaşan, zoru sevmeyen, dikkatli okumayan, sorgulamayan, hazcı okur için bu popüler kültür ürünü, eğlendirip, tatmin sağlayabilir. Aranan zaten fazlası değildir.
Ağır, ciddi, gerçek bir edebî değere haiz kitaplarsa, esasen genel bir kabule, iltifata mazhar olmuyor. Edebiyat Kervanı y(ürüyor)(!)
O yüzden bugün canım “edebiyat yapmak(!)” istiyor.
…
Berceste Dergisi’nin “Son zamanlarda edebî türler içinde roman ve hikâyenin kadim sanatımız şiirden daha çok okunduğuna, daha çok ilgi gördüğüne şahit oluyoruz. Türk edebiyatında roman şiirin önüne mi geçti?” soruşturmasına verdiğimiz cevap:
Yalnız şiir değil, hikâyeye karşı da alâkasızız. Günümüzde, kitaba verilen değer, okunma oranları azalıyor. Edebiyatın hayatımızda fazlaca bir yeri, rolü görülmüyor.
Görsel bir şiddetin, tahakkümün içindeyiz. Söz gelişi, neredeyse televizyon dizilerine göre, yaşantı planlanıyor. Hatta müptelası olduğumuz diziye göre, kız isteme, düğün saati ayarlanıyor; sanal TV kahramanları için okunan mevlitler; sıradaki akla ziyan işler, nice çirkinlikler. Edebiyat adına, insanlık namına yürek burkan sahneler… Artık bu keyiften sonra mübarek “Kurtlar Vadisi” üstüne nasıl şiir gider?
Şiire verilen değer, önem yitti. Hiçbir kavram, ilke asil ve kıymetli olmadığı gibi, şairlik de soylu bir uğraş değil. Şiiri, şairi destekleyecek ödüller, şiir matineleri, şiirli günler, yeşertecek ortamlar silindi. Şiir güneşinin yansımaları kırıldı gitti. İklim bitti.
Önce gönüllerden çekildi belki. Yahut o dökülüş arzusu, kafiyelerin kaynayışı, şiir deryasında yüzme isteği kayboldu. Yaşadığımız hayatın insanın yüreğindeki şiiri törpüleyen, körelten, cebreden bir tarafı var.
İnsanın iç dünyası değişti. Hayatı güzelleştirme arzusu, sanata yatkınlık eksildi. Genel anlamda bilginin, hele mukaddes bilginin ehemmiyeti kalmadı, örtüldü, sığlaştı kesildi.
Şimdi kaç kişi yârine şiir okuyor. Bir perde ardında, “O beldelerde” kalmış, hayal tüllerine sarılmış, kalbin zirvelerinde, hülyalı göklerinde tahtını kurmuş adamlar, kadınlar, bir ebediyet ışığıyla s(arınmış) yüce sevgililer yok. Benzerini kolayca bulacağınız, çabuk usanacağınız “nesneler”, “sayılar” elimizin altında.
İktidar, saltanat göklerde değil, yer(el)de. Toprağa yakın duruyoruz o yüzden. Işıklı, cihanşümul ifadeler yerine; karanlık kelimeler, cümleler kuruyoruz. Tüketim çöplüğünde eski muhabbet(li)leri nâfile arıyoruz.
Nabzımızı tutan, sürükleyici, derûnun müziğini yeşerten, gönlümüze perçinlenmiş, dört mevsim lezîz sofralar kuran, kuşatıcı, gürül gürül akan, yaşsız şiirler şairler bulunmuyor.
Şiir girift, inceliklerle anlamlarla mücehhez, büyük mânâlar yüklediğiniz, edebî bir mahsul değil. Şiirli bir hayat ötelendi.
Bazı kavramlar gibi sanat ve edebiyat da fazla külfet, ağırlık, zahmet kaldırmıyor. Sonuca, başarıya ulaştıran yollar mümkün olduğunca engelsiz, çilesiz yürünmek istiyor. Şairler, yazarlar eskisi kadar yorulmuyor(!).Yürek nerde, bilek nerde? Bedel ödemeye, maliyete katlanmak lâzım. Şiir, biraz da “ruh adamların” işi.
Kutsalla, gelenekle bağlar kopmuş. Sanatın, şiirin sema ile irtibatı kesik. Kavramların yozlaştığı, ananevî kültürün olmadığı yerde, geçmiş tecrübelere saygının, naklin, manevî mirasın devrinin, bir mazi zeminine dayalı gelecek inşasının, dünya görüşünün de lüzumu kalmaz.
Mahmud Erol Kılıç’ın, konuya ilişkin bir tespiti var. “Osmanlı şâirlerinin nerdeyse tamamı sûfidir. Tekke mensubudur ve tasavvuftan beslenmiştir.” diyor.
“Sahip oldukları irfan, o muazzam şiiri kendilerine söyletmiştir. Bakınız, tasavvuf, aynı zamanda şiiri besleyen, onu kışkırtan bir işlev görür. ‘Dert ağlatır, aşk söyletir’ demişler. Aşkı olmayanın irfânı olmaz. Bir derdi, aşkı olan; konuşmak, yazmak ister. Tasavvuf size bir dert veriyor, yeni bir mesele koyuyor önünüze.” (Mahmud Erol Kılıç, Anadolu’nun Ruhu)
Aşksızlık en büyük illet. Ayrıca herhalde şairlere de modası geçmiş, zaman dışı varlıklar gözüyle bakılıyor. Bugün bağrı yanık, mütecessis, mütehassis; şiirine benzeyen, üstünde dumanı sevdası tüten adamlar yabancı bir âlemden gelmiş gibi. Biçare, kazazede ve yalnız. Kim okur, kim doku(nu)r, kim sokulur.
Edebiyat ortamı, her türde bir süzme, seçme işlemini de yapamıyor. Popüler öne geçiyor, bastırıyor. Nitelikli, klasikleşmiş, hakikatli şairlerin sözü geçmeyip, sesi duyulmuyor. Bir gürültüyle, baskın, şirret şiirimsiler meydana çıkıyor.
Genç yeteneklerden Mehmet Çevik, “İlham Karısı” isimli şiirinde, sanırım bir darlığı, iletişimsizliği, tıkanışı da belirleyerek “çağdaş şairin çıkmazına” işaret ediyor.( Beri Kalan isimli kitabından):
“(…)ilham perisi artık/ ilham karısı olmuş/şiir yazdırtamıyor”
Umumî bir çözülme, nizamsızlık, anarşinin görüldüğü günümüzde; zamane şairleri istisnalar dışında, savaşlardan, dünyayı sarsan tehlikelerden, memleketimizin hayatî sorunlarından da ilham almıyor ve düzleşip, araziye karışıyor.
Ancak “Yüksek(!) Benlik” durumları yazılabiliyor. Eski şair ve yazarlarca ele alınan ana değerdeki konuların, coşku unsurlarının, temel beşeriyet davalarının; bugün benzerlerine hatta daha vahimlerine rastlandığında dahi bir edebî karşılığı, şiirle üretilmiş bir cevabı bulunmuyor. Yahut pek az çıkıyor.
Mesela Peygamber Efendimize(S.A.V.), İslâmiyet’e çeşitli şekillerde ve zeminlerde saldırılar yapılıyor, ülke inkâr edilemez bir takım tehditler, belâlar altında. Sağcı dediğimiz ve bazı “hassasiyetleri”, sorumlulukları olması gereken edebiyatçılardan bile bir tepki zuhur etmiyor. Elim hadiseler, gaileler “şair ruhunu” harekete geçirmiyor, kanatmıyor.
En küçük bir dalgalanma, iz, mukabele, kalkışma, şuur alâmeti yok âdeta. Demek ki bir heyecan ve isyan hissi kadar, tutku da kalmamış. Bir teslimiyetçilikle; o erkeklik duygusu da yumulmuş/yamulmuş vaziyette.
Fildişi, saltanatlı kulelerden halka nasıl ulaşılacak, ortak bir güzellik nasıl peyda edilip, paylaşılacak, yankılanacak? Yüreğimiz oyna(ş)masa, farklı kalplerin toprağını hallaç pamuğu gibi nasıl kaldırıp atacağız, gönülleri yerinden derinden söküp oynatacağız.
Dolayısıyla şiirimizle, sanatımızla birlikte varlığımızı da ister istemez devreden çıkarıp, hükümsüzleştiriyoruz.
Hâlbuki önce şairler ayaklanmalı, dikilmeli tüm seçkinliğiyle, diri kalpleriyle. Bir gün nasılsa kucaklanacaklardır içtenlikle. İlham perisi meyyitse de; şairâne zamanları, mısralarla biz döşeriz yine de.
Bu boşluğu doldurmaya çalışan, modern zamanların kanamalı romanıysa, görsellikle destekleniyor. Çok daha dünyevî, daha hızlı, ifsat ve ifşa edici, ruh harabiyetine, toplumsal tükenişe, sosyal karmaşaya ve çatışmaya uygun, çarpıp geçiyor. Ne ararsanız var içinde. Cemiyetin fikir bulamacına ve zihin bulantısına oldukça denk düşüyor. Geveze ve çığırtkan.
Batılılaşan, değerlerinden uzaklaşan, zoru sevmeyen, dikkatli okumayan, sorgulamayan, hazcı okur için bu popüler kültür ürünü, eğlendirip, tatmin sağlayabilir. Aranan zaten fazlası değildir.
Ağır, ciddi, gerçek bir edebî değere haiz kitaplarsa, esasen genel bir kabule, iltifata mazhar olmuyor. Edebiyat Kervanı y(ürüyor)(!)