Uzunca bir süredir aynı yere bakıyordum. Gözlerim, yalancı gökkuşaklarına takılmıştı. Küçüklüğümden beri onlara verdiğim isim buydu. Toprak ve bitkiler sulanırken o su damlalarına güneş ışığının vurmasıyla oluşan, yerden ortalama 1 metre yükseklikteki küçük ve renk dizilimiyle gerçeğinin bire bir minyatürü olan minik gökkuşakları, bahçe ışıkları…
**
Çocukken beni hayrete düşürürlerdi. Tabi hayranlıkla karışık bir duyguydu bu. Fakat durum daha çok hayretin rengine boyalıydı o zamanlar. Şimdi ise baskın olan, aşka benzeyen bir hayranlık. Zira hayret duygusu, işin aslında ışık kırılması ile açıklanabilen bilimsel ve basit bir gerçek olduğunu öğrendiğimden beri azalıp yok oldu enikonu. Hayret etmek yerine, biliyorum şimdi. Olsun. Hem hayranlık daha güzel zaten. Nefes kesici. Güneş ışığının su damlalarına bu ışıklı dokunuşunu ne zaman ve nerede görsem mutlaka durup izlerim.
**
O sırada bir bahçedeydim, sözün kısası. Bu bahçeyi anlatacağım. Oranın nereye ya da kime ait olduğu, nemenem bir yer olduğu önemli değil bu yazıda. Diyelim ki kendine ait olan, kendi lisanınca konuşan, biraz başına buyruk biraz da insan eliyle ehlileştirilmiş bir yerdi burası.
Haziran’dı. Yağmur bakımından bu yıl oldukça bereketli geçiyordu, yaz mevsiminin bu ilk ayı. Yalnızca, 2 3 gün boyunca sıcaklık aniden yükselmiş ve ardından aynı hızla tekrar düşmüştü, o kadar. Sanki, haziranı müteakip aylarda oluşacak hava durumu hakkında ufak bir ön gösterim yapıp bir fikir, bir ipucu vermişti bizlere o günler. Ya da belki bana öyle gelmişti. Bilmem. Yakın gelecek, durumu netleştirecekti nasılsa…
**
Bahçenin bir kısmına ekilen çim tohumlarının minik filizleri an be an büyüyordu. Bir duvar saatindeki yelkovanın hızıyla. Hani sürekli baktığınızda o ilerlemeyi ve büyümeyi gözlerinizin açıkça seçmesi imkansız sayılırdı ama başınızı yalnızca birkaç dakika için başka yöne doğru çevirip sonra yeniden aynı yere baktığınızda o büyümeyi net bir şekilde görebileceğiniz kadar hızlı bir şekilde büyüyordu çimler yani. Bakarsan bağ olurmuş ne de olsa. Demiştim ya, insan müdahalesi vardı orada biraz. Yön veren, yola koyan ve evcilleştiren bir akıl. Medeniyet. Otomatik bir şekilde çalışmaya ayarlanmış, o minik gökkuşaklarının varlık sebeplerinden birisi olan fıskiyeler, toprağın bakımını eksik etmiyordu sonuçta.
**
Bahçe bir hayli büyüktü, büyük olmasına. Fakat bilirsiniz, yağmur bulutlarının yalnızca dik bir şekilde ve aşağı yönlü iz düşümüne denk gelen yerler nasiplenir yağmur damlalarından yalnızca. Eğer rüzgar yoksa tabi. Tıpkı o günkü gibi. Dolayısıyla birkaç adım geride saçlarımı ıslatan yağmur, birkaç adım ilerideyken artık yağmıyordu. Bulutların bittiği yerde. Hem akla yatan hem de sihirli bir şey gibi geliyordu bu da bana, tıpkı bahçedeki diğer unsurlar gibi. Fakat fıskiyelerin konumu, işin bu bölgeselliği göz önünde bulundurulunca oldukça şanslı bir yerleşime sahipti. Böylece, yağmursuz ama fıskiyeli yerlerde oluşmuştu o yalancı gökkuşakları. Fakat bir dakika… Onlara neden ‘yalancı’ diyordum ki? Işık kırılmasının yerde ya da gökte olması, ya da, oluşan yarım çemberin çapının genişliği mi onu sahi ya da suni yapacaktı sanki? Yoo… Değil. O halde bu minik bahçe ışıkları da ufak yer kuşaklarıydı sadece, o kadar. Sihirli yer cüceleri gibi! (Peter Pan ve Tinker Bell’e selam olsun!)
**
Bu ışıklı, renkli, yağmurlu, sihirli, yarı evcil yarı yabani bahçeyi elbette bu kadarcık bir yazıyla anlatabilmem olası değil. Ne var ki, yazıyı hemen buralarda bir yerlerde -öyle yapmam gerektiği için- sonlandırmadan önce, ta çocukluğuma ait bir şehir efsanesinin gerçeğe dönüşmesine şahit olduğumu söylemeliyim sizlere. Gökkuşaklarının ucunda, içi altınlarla dolu küpler vardır, denilir ya hani… (Çocuk kitaplarında karşılaşmış olmalısınız bunun görsel betimiyle) İşte… Bahçedeki minik ‘yerkuşaklarının’ ucunda, yeni doğmuş iki tane kedi yavrusuyla karşılaştım o gün! Bir küpün içinde olmamaları, onların şimdi benim için altın değerinde olmadıkları anlamına gelmiyor. Şu anda ikisi de kucağımda yatıyorlar…