Bir kadının, mutfaktaki maharetinin göstergesi, pirinç pilavıdır. Birbiriyle yapışmayan tane tane pirinçleri, tuzu ve yağı da tam kıvamında, ayarında olacak şekilde döktürmüşse, ‘olmuştur’ o kadın, hamarattır, amiyane tabirle, avrattır. Bu bağlamda, bir ev hanımının, diğer bir çok eksiği ve kusurunu kapatabilecek sihirli bir fondöten, hatta bir sıçrama tahtasıdır, pirinç pilavı. Yani, küçümseyici bir şekilde ‘pirinç pilavı işte’ deyip geçmeden önce, durup iyice bir düşünmeli, adının önünde hürmetkar bir destur çekilmelidir, onun. Bu önemli turnusolün…
Gel gelelim, durmuş bir saat bile, günde iki kez doğruyu gösterebiliyorken, şansa ve tesadüfe de yer bırakılmamalı, bu pek önemli konuda. Bir kadının ellerine, çevresi tarafından takdim edilen, görünmez ama çok kıymetli bir ‘hamaratlık’ plaketi teslim edilmeden önce, işi sağlama almalıdır, öyle değil mi? Acemi şansına mahal bırakmamak lazım. Bu noktada, ikinci bir sınava tabi tutulmalıdır bence, kadın. Finale varmadan önce, son bir aşama daha…
Krep! Peki, kaygana da olur. İsmi, mağripte krep, maşrıkta kaygana olan, yağlı ve kızgın bir tavada evire çevire ve havada takla attırılıp döndürüle yapılan, o yerine-ismine-göre geleneksel; yerine göre de modern zamanların yiyeceği. İçine ve arasına eklenecek, reçel ya da peynir gibi basit ve kahvaltılık tatlı ya da tuzlularla birlikte, bazlama benzeri ama daha incesi olan yiyecek olmalı bence, bir ikinci turnusol. Kadınların işi zor, azizim! Öyle işte…
Yalnız, o değil de, hayatın mutfağında pişen ve yetişen bir insan olabilmek için… Yani, bir evin mutfağındaki maharet ve becerinin, hayatın içindeki karşılığına denk düşebilmek için… Nedir o pirinç pilavı, kaygana, ya da, krep? Her türlü kabul görmüş bir pilav tesciline ulaşabilmek ve doğu batı fark etmeksizin, her yerde ve zamanda, ismi ve cismi gerçek bir insan olabilmiş birisi olmak adına… Gölgelerin, ışığın ve insanlığın gücü adına! Nedir sahip olunması gereken hasletler, pişirilen pilavlar ve havada takla attırılan kaygana ya da kreplerin, insanlık zeminindeki karşılıkları?
Ne yazık ki, buraya kadar gayet eğlenceli bir şekilde devam eden yazımın, yerinde olan keyfinin kaçmasına, onun yazarı olan bendeniz bile engel olamayacağım şimdi, sanırım. Belli çünkü… Yine, iş gerçeklere gelince benzi attı ama rengi solmaktan çok, kararmaya başladı, bu yazının. Karamsar şey! Her ne kadar, siz bunu oradan fark edemeseniz bile şu anda, kalemin boynu büküldü, yakında yazması gerekenleri benimle eş zamanlı olarak hissedip anladığı için. Ah benim duyarlı ve hassas kalemim... Şimdi bunu yapmak zorundayız çünkü söz verdik bir kere, ‘kral çıplak’ demeye. Hayatın mutfağındaki maharet, beceri ve iş bilirliğin, adına, politiklik, idarecilik ve uyumluluk denilen, aslında bildiğin, süzme bir ikiyüzlülük olduğunu, yazmak zorundayız, şu anda. Bırak, insanların yüzleri kararsın. Onların boyunları bükülsün! Sen sadece bir elçisin. Sana zeval olmaz ki!
İkiyüzlülük… İrdelenip açıldıkça, ahlaksızca saçılmasına ve girift bir şekilde dallanıp budaklanmasına rağmen, en azından bir düğümünü açalım birazcık bunun, şimdi. Bahsettiğim, o, toplum tarafından, her nasılsa övülen, ismine, politik, idareci hatta uyumlu olabilmek denilen o durum, işte. Dedim ya. Bildiniz, değil mi? Bildiniz, bildiniz. Örnek de verirsek, mesela, yapılmasına çok karşı olduğunuz bir davranış, karşınızda sergilenmekteyken, bu sergilenen, sanki sanatsal bir şah esermişçesine, ona alkış tutmak, hatta onun yapımına az da olsa bir katkıda bulunmaktan bahsediyorum. Bulunmak zorunda kalmak; insanı buna mecbur bırakan o dünya şartlarına, hiç itirazsız uyum göstermekten... Bu altında kalınanın da ağırlığında ezilip, parmak izinize varıncaya kadar, tüm kişilik özelliklerinizi kaybetmekten... O parmak izinin ütülenmesine verdiğiniz iznin karşılığında size verilen bir baş okşanması, uyumluluk, politiklik ödülünden bahsediyorum, yani. Şeytana satılan ruhun ederi! Önceki yazımda bahsetmeme rağmen, hıncımı bir türlü çıkartamadığım o konu yine, yani. Eh, bir kalemin bile boynunu büken bir şeyden bahsediyoruz sonuçta, yazıyı karartan… Benim hıncım nasıl çıksın öyle hemen bir bahsediverince, ondan? Değil mi? Hak verin. Bir politika ve siyasetin kiri dışarıda, sadece dış dünyada kalmalıyken, onu alıp da bünyeye sirayet ettiren ve vicdan, gönül gibi kalbi bölgelerin kirlenmesine yol açan, bunun böyle olması gerekliliğine yol veren her türlü şeyden… Hayatın mutfağındaki o iş bilirlik ve maharetin, bu kirli şartlarından… Hülasa, o pek şerefli insanın, aşçılığa mecbur bırakıldığı ve elini mahkum ettiği bu pis, böcekli ve fareli mutfak şartlarından, hiç memnun değilim de... Peki, bu memnuniyetsizlik, kaç yazıyor diye soracak olursanız…
Açık konuşalım: Bu memnuniyetsizlik, zarar ve ziyandan başka şey yazmıyor, haneye! O pek şerefli insanın şerefini sevsinler ki, bahsedilen bu ikiyüzlülüğe karşı durulduğu sürece, onuncu köyün ıssızlığı ve metrukluğunda yaşamaya mecbur bırakılıyor, insan. Dünya mutfağı, hiç de temiz şartlar altında hizmet vermiyor insanlığa, yani! Yine de, yaşamak için yemek zorundayız ama öyle değil mi? Pişirmek ve yemek… Tüm o pirinç pilavı, krep ya da kayganaları ustalıkla pişirmek ve afiyetle yemek zorundayız!
Ayakucuna düşen not: Bu arada, pilav ve krep/kaygana olan iki aşamalı, ev mutfağı mahareti, şeytana satılan ruhun hürmetine, tek seferde karşılık bulmuş, hayatın mutfağında. İkinci bir aşamaya gerek duydurmayan, büyük ve önemli bir şey demek ki, bu ikiyüzlülük. İnsanın şerefi, ruhunun bu pahasında mı, yoksa?