Kendi sesimizin yankısında boğuluyoruz çoğu zaman. Dinlediğimiz genelde o.
Dış sesleri algılamak ya gürültülere, borazanlara, işimize gelenlere, bazen sivrisinek vızıltılarına, kargaşaya, sırf maddî uyarılara kulak vermek şeklinde tezahür ediyor. Yürek sesleri, vicdanî nefesler kısılıyor.
İğvalar, vehimler, şeytanî telkinler, yaygara, uğultu, iç-dış ses bombardımanları, top patlamaları, zafer nidaları, aşk sedaları.
Kafamız değişiyor(!)
Seslerin de maskeleri mevcut. Matruşkalar çıkıyor içinden.
Sesler ürüyor, yükseliyor. Hükmedip, çarpıyor, âşık ediyor.
Ses izleri, fark etmediğimiz bir yön ve sevk duygusu da meydana getiriyor. Birbirine karışıyor.
Hâlbuki hesaba almamız gereken başkaları var.
Kalk boruları, surlar, bir öte âlemden mesajlar, gök sayhaları derunumuza işlemiyor.
Malûm, saatlerin sesini de dinleriz. Sonra kalplerin tik takları. Artık işitilmiyor.
Birileri mütemadiyen ninni mi söylüyor?
Hıza, zam(anlamaya) güya fazlaca önem veriyoruz ama esasen saatlerle bir işimiz kalmadı; kalp ve kafa ayarlarını bozan bir devranda.
Kakofoni, kargaşa, küçülen göçen gönüllerin feryadı. Ve dağdağa…
Bambaşka zamanları kovalıyoruz. Herkesin saati, gerçeği, uyduğu, uykusu farklı.
Ya yanan, donan kafaların çığlığı? Aykırıların vaveylası.
Korkunç seslerin pençesindeki, ırmağın ölüm çağrısına koşan Virginia Woolf, hayatına son verirken, “Sesler duymaya başladım ve dikkatimi toplayamıyorum” diye yazıyordu.
“Sesler” diye bir film izlemiştim. Başroldeki adam, kurbanlarının onları öldürmesi için yalvardığını duyuyordu. Gerçi evdeki ‘miyav diye konuşmayı unutan hain uğursuz kedisi ve iyiniyetli akil köpeğiyle beraber bazen, ikileme düşüyor; cinayet işlemek konusunda kararsız kalıyordu ama sonuçta katlettiği onca kişiye rağmen, ciddi ciddi Cennete gireceğini; Hz. İsa’nın ve meleklerin kendisini karşılamaya geleceğini hayalliyordu. Buzdolabına koyduğu kafalarla güzelce diyaloga giriyor, istikşafi görüşmeler(!) başlatıyordu.
Niyetim anormal, akıl dengesi bozuk kişilerden ve olağandışı şartlardan söz etmek değil; kılı kırk yararsak kendimizde de neler buluruz ayrı mesele. (Söz gelişi, okuduğunuz acayip kadının tuhaf yazısında, nerelere sürükleneceğiz)
Fakat hangi seslerin peşinden gittiğimizi, nelere değer verdiğimizi, kimlerle müzakere(!) masalarına oturduğumuzu düşünmüyor değilim.
Her gün ne tür kafalarla istişarede bulunup, alışveriş yapıyor, isteyerek veya gayri ihtiyari, onları hangi mümtaz(!) mutena köşelere yerleştiriyoruz. Bilmiyoruz. Neticede herkesin bir buzdolabı var.
Çılgın, ölü sesler bazen hortluyor mu, “yat geber” nidaları çoğalıyor mu?
Bazı fısıltılara kulak mı tıkıyoruz? Kötücül seslerin tahakkümünde miyiz?
Mesela meşum balinaların, iki ayaklı memelilerin kanlı davetleri, fidanlarımızı kırıyor mu?
Kurumaya, çürümeye terk ettiğimiz, sağırlaştığımız insan, fikir, bitki, hayvan, nice varlığın sesi, imdat çığlıkları bize ulaşıyor mu?
Seslendirmeler, dillendirmeler, dublaj; yerimize konuşanlar. Aktörler, faktörler, körler, eçheller.
Konuşanın kim olduğu da; hangi yolun neresindeki biz olduğu sorusu da müşkül.
Bazen insana kendi sesi bile yabancı gelir.
…
Lâkin şiir sesleri huzur veriyor. Şairler, üç harfliler değil gizli alfabeler yazıya karışıyor.
Necip Fazıl,
“Sesler duymaktayım: davran ve boğuş!
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!” derken; şüphesiz nurlu bir geleceği canlandırmayı tasavvur ediyor, kutlu bir mefkûrenin sözcülerinden teki gibi sesleniyordu. Memat değil, hayat bahşeden sesler.
Ancak şiirinde bahsettiği zindan, acaba dünyanın da bazı gözlerce bir zindan olduğu şeklinde yorumlanabilir miydi?
Kelimeler bağrışıp çağrışıyor. Cümleler dîllere, dâmenlere dolaşıyor.
İçimde damda deve arayan birinin sesi. Bastır(ıl)an sesler.
Yaklaşan tufan. Sonra selamet sahillerine davet eden bir geminin düdüğü.
Kaptanı çarnâçar selamlıyorum.
Ve müzik... Damlalarda, okyanus dalgalarında.
Kulak kesildim.
İçimin.. içinizin denizinde yüzebilir miyim?