Bundan tam olarak 45 sene önce, hatırlayanlar hatırlar, tüm dünyayı bir salgın hastalık kasıp kavurmuştu. 2019 yılının sonunda ortaya çıkan bir virüs, 2020’yi tamamen felç etmiş ve sonraki yıllarda da etkisini sürdürmüştü. Sonra zamanla, tabi aşıların da yaygınlaşmasıyla, yavaş yavaş sönümlenip ardından gücünü kaybeden bu illet bazılarımızın sevdiklerini alıp götürürken, istisnasız her birimizde de kalıcı ve travmatik izler bırakmıştı. Hele ki o sürece benim gibi çocukluk çağında tanık olanlar, apayrı bir konu başlığı yapılabilir.
Rahmetli Zehra Teyze -öz teyzem değildi ama beni o büyüttü- o zamanlar henüz genç bir kadınken ve bana “kızım dışarıya çıkarken mutlaka 3 kat maskeni tak” derken, 10 yaşındaydım tam. Onlar ömrü hayatlarında ilk kez bu kadar geniş çaplı ve ciddi bir salgına şahit oldukları için bu durumu bizlerden çok daha fazla sarsıcı ve şoke edici bulmuş olmalılar. Ne bileyim, henüz çocukken yeni bir hayat koşuluna ayak uydurup uyum sağlamak çok daha kolaydır çünkü. Daha kurumamış ıslak bir hamura şekil vermenin kolaylığı ile kurumuş olanına aynı işlemi uygulamanın zorluğunu düşünüp kıyaslayın. İlkinde hiçbir sorunla karşılaşmazsınız ama çoktan kurumuş olanın kırıntıları elinizde kalır. İşte, Zehra Teyze de kırılmıştı yani…
Her akşam yayınlanan günlük vaka, hasta ve ölüm sayılarını ezberler ve sonraki günlerle karşılaştırırdı kafasından. Tabi bu hıfzetme işini ister istemez yapardı; kasıtlı olarak değil. Önceki günün verileri tek bir dokunuşla ulaşılabilinir durumdayken, öyle bir ezbere de zaten gerek yoktu. Fakat dedim ya, ‘ister istemez’ yapılan bir eylemdi işte bu. Takıntı gibi bir şey… Bir de durduk yere içli içli ağlardı o yıllarda hep. “Psikolojimi bozdu bu virüs benim” diyordu. Hatta şu anda uzmanlığını psikiyatri üzerine yapmış bir hekim olmam, tamamen o günlerin bir sonucudur. Annesi gibi sevdiği bir kadına yardım etmek isteyen küçük bir kız çocuğu gidip gelir hastaneye işte bu yüzden her gün, bunu kimseler bilmese de…
Çocukluğumuzun öyle bir salgın hastalık sürecine denk gelmesinden dolayı, bizim nesil, fiziksel olarak birbirinden uzak durmayı daha o yıllardan çok iyi öğrendi. Yani bizler gözlerimizi zaten bu gerçekliğin içine açınca, bunu normal kabul etmek hiç de zor olmadı elbette. Oysa Zehra Teyze anlatırdı, o yıllardan önce herkes birbiriyle şapur şupur öpüşür ve sarmaş dolaş sarılırmış, kendi deyimiyle! Olacak şey değil! “Eskisinden daha temiz ve mesafeli insanlar ortaya çıktı bu virüs sayesinde. Hastalığın iyi olan tek tarafı bu oldu” derdi hep.
Fakat ben asıl, ufak bir dedikodu yapmak için yazıyorum aslında size bunları. Hem nasılsa tanımazsınız onu. Zehra Teyzemin bir arkadaşını diyecektim. Beril Teyze’yi. İlk kez, bahsettiğim o ‘maskeli süreçte’ gördüğüm kadını. Birkaç sene sonra, yani maskeler çıktığı zaman onunla ilgili yaşadığım hüsrandan bahsedeceğim size.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, o yaşlardaki bir çocuğun güzel bir kadına karşı hayranlık beslemesi işten bile değildir çoğu kez. Eğer çocuk erkekse, bizim bildiğimiz anlamdaki aşka benzeyen şiddetli bir beğeni duygusu olacaktır bu. Fakat bir kız çocuğunun güzel bir kadına karşı sempati ve hayranlık geliştirmesi, çoğu zaman onun o kişiyi kafasına rol model olarak kazıyıp, büyüyünce de aynı ona benzemek istemesine kadar varacaktır. Oldukça büyük ve ciddi işlerdir tüm bunlar da tabi, bir çocuk için.
Gerek Zehra Teyzem, gerekse arkadaşları, maske işine sanırım dünyada en fazla özen gösteren kişilerdi, o yıllarda. Söz gelimi, açık havada bile çıkartmadılar 3 kat maskelerini hiç. Beril Teyze de en az onun kadar tedbirli davranıyor olacaktı ki, o güzel gözlerinin önünden, rüzgarın savurduğu sapsarı perçemlerini kaldırırken gördüğümü hatırlıyorum onu ilkin. Ortalarda başka hiç kimseciklerin olmadığı açık havada, üstelik. Pandeminin biteceği o meçhul ve kutlu tarihte görüşmek üzere birbirleriyle sözleşirlerdi Zehra Teyzem ile, onunla yolda karşılaştığımız zamanlarda. Evleri aynı sitenin içinde olan komşulardık biz. Büyüyünce aynı Beril Teyze gibi uzun boylu olmak için sürekli süt içmeye başlamıştım hemen. Saçlarımı da birkaç seneye kadar sarıya boyatabilirdim nasılsa. Fakat benim gözlerim o kadar güzel miydi!? İleride olabilir miydi? Ah, ne büyük bir hayranlıktı ona karşı beslediğim!
Ve işin bir dedikodu haline dönmesi de tam olarak şurada başlıyor ki: maske zorunluluğu kalktı bir gün. Tabi isteyenler hala devam ettiler maske kullanmaya. Fakat Beril Teyze… Yüzünü tam olarak ilk kez gördüm onun. Boyu posu, endamı, saçları, gözleri falan her şey tastamamdı ama yuvarlak ve yayvan bir burnunun ve ip gibi incecik dudaklarının olduğunu hiç düşünmemiş, öyle hayal etmemiştim onu ben! Allah Allah… Tabi şimdi yazarken bile gülünç ve çocukça geliyor ama durun bir dakika: o yıllarda zaten bir çocuktum diyorum! Beril Teyze o kadar da güzel değildi meğer… İhanete uğramış gibi de hissetmiştim hatta bir yandan. (Bu arada yayvan burunlular ve ince dudaklılar alınmasınlar çünkü ben sadece o senelerdeki estetik algımın doğrultusunda yazıyorum tüm bunları.)
Neyse. Öyle işte. Sadece bunu yazacaktım. Önemli bir şey değil. Covid 19 isimli virüsün dünyamızdan ne zaman el etek çektiğini, hatta çekip çekmediğini de şimdi siz henüz o yılları yaşayan insanlara söylemeyeceğim bu arada. Sürprizi kaçmasın, değil mi ya? Ha bu arada, o şapur şupur öpüşmelerin ve sarmaş dolaş sarılmaların bir daha başlamamak üzere, daha sizin yıllarınızdayken son bulması çok iyi olmuş. Çünkü şimdi düşününce aklım almıyor! Nasıl yani!? Tüylerim ürperiyor!