Şemâil: “Huy, tabiat, hal, hareket, tavır ve davranış” gibi manalara da gelir.
Istılahta ise: Sadece Hz. Peygamberin hayat tarzını ve yaşama üslubunu, O’nun beşeri yönünü anlatmak için kullanılan bir kelime olmuştur.
Şemâil kitapları; fizik ve biyolojik kanunlar karşısında Hz. Peygamberin diğer insanlardan hiç farkı olmadığı esasından hareketle, O’nun fiziki görünüşü ve sosyal davranışları ile ilgilenmişlerdir. (Daha fazla bilgi için bk: Ali Yardım, “Hz. Peygamberi Anlatan Dalları ve Şemâil Nev’i”; Diyanet Dergisi, Ekim-Kasım- Aralık, 1989, s.217.)
Peygamberimizin vefatından kısa bir süre önce kızı Hz. Fâtıma; “Ya Rasûlallah! Senin yüzünü bundan sonra göremeyeceğim” diye ağlayınca Peygamberimiz Hz. Ali’yi çağırmış ve: “Ya Ali! Hilyemi yaz ki vasıflarımı görmek beni görmek gibidir” buyurmuştur. İşte bu hadisedir ki hilye türünün ve şemâil kitaplarının doğmasına, gelişmesine, yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Hatta siyer ve mevlid gibi Hz. Peygamber’in hayatı ile yakından ilgili türler de bu hadiseyi kısmen telmih ederler. (İskender Pala, “Hilye-i Saâdet”, T.D.V. Yay. Ankara, 1991, s.2.)
Türk Milleti bu hususta da diğer Milletlerden çok farklı davranmış, Hilye ve Şemâil’lerin en güzel örneklerini vermişler, bunların kenarına yaptıkları tezhib’lerle içindeki Peygamber sevgisinin ne kadar derûnî olduğunu ispat etmişler, bugün bile ecnebileri hayran bırakan harika eserler meydana getirmişlerdir.
Her eve, her dükkâna ve iş yerine bunları, en azından birini asmışlardır. Peygamber’e olan muhabbetlerinin neticesi, bunların asıldığı evlere belâ ve musîbetlerin gelmeyeceğine, o evde bolluk ve bereket olacağına, hâne halkının huzur ve mutluluk bulacağına inanmışlardır. Muska yapıp yanlarında taşımışlar, her zaman Peygamberi ile beraber olmayı istemişlerdir. Hatta Hilye ve Şemâilleri ezberleyerek Hz. Peygamberi rüyada görebilmek için, her gece yatarken okumayı âdet edinenler bile olmuştur. Cephelerde hayatının baharında dini, vatanı ve milleti için canını feda, kanını sebil edip şehit olan Mehmetçiklerin koynundan Kur’an cüzleri veya bunlardan biri çıkmıştır.
Tirmizî’nin Şemâil’i; İbni Kesir’in Şemâilü’r-Rasûl’ü; Aliyyül Kârî’nin Şerh’i Şifâ’sı; Hüsameddin Nakşibendî’nin Şerh-i Şemâilü’n Nebî’si; Râif Efendi’nin Muhtasar Şemâil-i Şerîf Tercümesi, Şemâil kitaplarının ilk örneklerindendir. Fakat mensur ve manzum Hilye ve Şemâil örneklerinin en iyilerini ve güzellerini yine İslâmî Türk Edebiyatında bulmak mümkündür. “Türk Edebiyatındaki bu çeşitlilik, diğer Müslüman Milletlerin edebiyatında mevcut değildir.” (Mustafa Uzun,İslâm Ansiklopedisi,T.D.V.Yay.İst.1998,c.18,s.47.)
“...Öyle ki, sadece O’nu övme ve anlatmaya tahsis edilen başta Nât olmak üzere esma-i nebi, gazavât-ı nebi, ahlâku’n-nebi, hicretü’n-nebi, mevlit, mu’cizât, mi’râciye, hilye, şefaatnâme, kırk hadis, binbir hadis gibi manzum-mensur pek çok tür eser teşekkül etmiştir...” (Bilal Kemikli, “Türk Kültüründe Hz. Peygamber ve Gül İmajı”, Türk Edebiyatı Dergisi, Kasım 2004 sayı 373,s.24.)
Şemâil’ler hilyelerden daha geniş ve kapsamlıdır. İkisinin kaynağı da hadis kitaplarıdır.
Ben buraya bir örnek olması bakımından yakın tarihimizin âlim ve fâzıl devlet adamlarından olan Ahmet Cevdet Paşa’nın (ö: 1895), “Bazı Evsâf-ı Seniyye-i Muhammediyye” başlığı altında yazdığı “Şemâil” özetini alıyorum:
“(Peygamber Efendimiz) Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Kimseye fenâ söz söylemez ve kimseye bed muâmele eylemez ve kimsenin sözünü kesmez, mülâyim ve mütevâzi idi. Haşîn ve galîz değil idi. Fakat mehîb ve vakur idi. Beyhûde söz söylemezdi. Gülmesi dahî tebessüm idi.
O’nu ansızın gören kimseyi mehâbet alırdı ve O’nunla ülfet ve musâhabet eyleyen kimse, O’na cân ü gönülden âşık ve muhîb olurdu. Ehl-i fazl’a, derecelerine göre ihtirâm eylerdi. Akrabasına dahî pek ziyâde ikram eylerdi. Lâkin onları, kendilerinden efdal olanların üzerine takdîm etmezdi.
Hizmetkârlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyerse, onlara dahî onu yedirir ve onu giydirir idi.
Sahî ve kerîm, şefîk ve rahîm, secî ve halîm idi. Ahd ü va’dinde sâbit, kavlinde sâdık idi. Elhâsıl, hüsn-i aklâkça ve akl ü zekâvetçe cümle nâsa fâik ve her türlü medh ü senâya lâyık idi.
Kitap okumamış, yazı yazmamış olduğu hâlde, avâm ve havâsın zâhirî ve bâtınî umûrunda vâki olan hüsn-i tedbîr ve tasarrufunu bir adam düşünse, o Hazret’in ne mertebe akl ü fehm ü zekâsı olduğunu derhâl anlar; ve zulumât-ı cehl içinde kalmış kabâil-i Arab arasında büyüyüp ve Cezîretü’l-Arab gibi bir hücrâ mahâlde zuhûr eyleyip de, ümmî olduğu halde enfüs-ü âfâkı envâr-ı ulûm-u maârif ile münevver ettiğini bir akl-ı selîm sâhibi teemmül etse, bilâ tereddüt, O’nun dâvâ-yı nübüvvetini cezmen tasdîk eyler.
Yemede, giymede kadar-ı zarûret ile iktifâ ve ziyâdesinden ibâ eylerdi. Bulduğunu yerdi, bulduğunu giyerdi ve tam doyunca ve karnı dolunca yemezdi. Üzerinde yatıp uyuduğu döşek, deriden mâmûl olup içi dahî hurma lifi idi.
Az vakit içinde bunca fütûhâta mazhar olmuş ve vâridât-ı islâmiye çoğalmış iken, dünya malına aslâ iltifat eylemezdi. Ve ganâimden kendisine âit olan emvâlin ekseriyetini müstehaklarına sadaka edip, kendi taayyüşü için pek az bir şey alıkordu. Bu cihetle, bâzen istikrâza (borç almaya) mecbûr olurdu.
Ehl-i Beytinin ekseriyâ yedikleri arpa ekmeği, yâhut hurma idi. Ve dâr-ı ukbâya azîmetinde, en sevgili zevcesi olan Âişe hazretlerinin hücresinde, cüz’î arpadan başka yiyecek yok idi. Zırhı bir Yahûdi yedinde merhûn idi ki, iyâlinin nafakası için otuz sâ’ arpa ödünç alıp, zırhını rehin etmiş idi.” (Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle önümüzdeki haftaya da inşallah Hilye-i Şerif’e bir örnek arz edeceğim)
Şemâil kitapları; fizik ve biyolojik kanunlar karşısında Hz. Peygamberin diğer insanlardan hiç farkı olmadığı esasından hareketle, O’nun fiziki görünüşü ve sosyal davranışları ile ilgilenmişlerdir. (Daha fazla bilgi için bk: Ali Yardım, “Hz. Peygamberi Anlatan Dalları ve Şemâil Nev’i”; Diyanet Dergisi, Ekim-Kasım- Aralık, 1989, s.217.)
Peygamberimizin vefatından kısa bir süre önce kızı Hz. Fâtıma; “Ya Rasûlallah! Senin yüzünü bundan sonra göremeyeceğim” diye ağlayınca Peygamberimiz Hz. Ali’yi çağırmış ve: “Ya Ali! Hilyemi yaz ki vasıflarımı görmek beni görmek gibidir” buyurmuştur. İşte bu hadisedir ki hilye türünün ve şemâil kitaplarının doğmasına, gelişmesine, yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Hatta siyer ve mevlid gibi Hz. Peygamber’in hayatı ile yakından ilgili türler de bu hadiseyi kısmen telmih ederler. (İskender Pala, “Hilye-i Saâdet”, T.D.V. Yay. Ankara, 1991, s.2.)
Türk Milleti bu hususta da diğer Milletlerden çok farklı davranmış, Hilye ve Şemâil’lerin en güzel örneklerini vermişler, bunların kenarına yaptıkları tezhib’lerle içindeki Peygamber sevgisinin ne kadar derûnî olduğunu ispat etmişler, bugün bile ecnebileri hayran bırakan harika eserler meydana getirmişlerdir.
Her eve, her dükkâna ve iş yerine bunları, en azından birini asmışlardır. Peygamber’e olan muhabbetlerinin neticesi, bunların asıldığı evlere belâ ve musîbetlerin gelmeyeceğine, o evde bolluk ve bereket olacağına, hâne halkının huzur ve mutluluk bulacağına inanmışlardır. Muska yapıp yanlarında taşımışlar, her zaman Peygamberi ile beraber olmayı istemişlerdir. Hatta Hilye ve Şemâilleri ezberleyerek Hz. Peygamberi rüyada görebilmek için, her gece yatarken okumayı âdet edinenler bile olmuştur. Cephelerde hayatının baharında dini, vatanı ve milleti için canını feda, kanını sebil edip şehit olan Mehmetçiklerin koynundan Kur’an cüzleri veya bunlardan biri çıkmıştır.
Tirmizî’nin Şemâil’i; İbni Kesir’in Şemâilü’r-Rasûl’ü; Aliyyül Kârî’nin Şerh’i Şifâ’sı; Hüsameddin Nakşibendî’nin Şerh-i Şemâilü’n Nebî’si; Râif Efendi’nin Muhtasar Şemâil-i Şerîf Tercümesi, Şemâil kitaplarının ilk örneklerindendir. Fakat mensur ve manzum Hilye ve Şemâil örneklerinin en iyilerini ve güzellerini yine İslâmî Türk Edebiyatında bulmak mümkündür. “Türk Edebiyatındaki bu çeşitlilik, diğer Müslüman Milletlerin edebiyatında mevcut değildir.” (Mustafa Uzun,İslâm Ansiklopedisi,T.D.V.Yay.İst.1998,c.18,s.47.)
“...Öyle ki, sadece O’nu övme ve anlatmaya tahsis edilen başta Nât olmak üzere esma-i nebi, gazavât-ı nebi, ahlâku’n-nebi, hicretü’n-nebi, mevlit, mu’cizât, mi’râciye, hilye, şefaatnâme, kırk hadis, binbir hadis gibi manzum-mensur pek çok tür eser teşekkül etmiştir...” (Bilal Kemikli, “Türk Kültüründe Hz. Peygamber ve Gül İmajı”, Türk Edebiyatı Dergisi, Kasım 2004 sayı 373,s.24.)
Şemâil’ler hilyelerden daha geniş ve kapsamlıdır. İkisinin kaynağı da hadis kitaplarıdır.
Ben buraya bir örnek olması bakımından yakın tarihimizin âlim ve fâzıl devlet adamlarından olan Ahmet Cevdet Paşa’nın (ö: 1895), “Bazı Evsâf-ı Seniyye-i Muhammediyye” başlığı altında yazdığı “Şemâil” özetini alıyorum:
“(Peygamber Efendimiz) Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Kimseye fenâ söz söylemez ve kimseye bed muâmele eylemez ve kimsenin sözünü kesmez, mülâyim ve mütevâzi idi. Haşîn ve galîz değil idi. Fakat mehîb ve vakur idi. Beyhûde söz söylemezdi. Gülmesi dahî tebessüm idi.
O’nu ansızın gören kimseyi mehâbet alırdı ve O’nunla ülfet ve musâhabet eyleyen kimse, O’na cân ü gönülden âşık ve muhîb olurdu. Ehl-i fazl’a, derecelerine göre ihtirâm eylerdi. Akrabasına dahî pek ziyâde ikram eylerdi. Lâkin onları, kendilerinden efdal olanların üzerine takdîm etmezdi.
Hizmetkârlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyerse, onlara dahî onu yedirir ve onu giydirir idi.
Sahî ve kerîm, şefîk ve rahîm, secî ve halîm idi. Ahd ü va’dinde sâbit, kavlinde sâdık idi. Elhâsıl, hüsn-i aklâkça ve akl ü zekâvetçe cümle nâsa fâik ve her türlü medh ü senâya lâyık idi.
Kitap okumamış, yazı yazmamış olduğu hâlde, avâm ve havâsın zâhirî ve bâtınî umûrunda vâki olan hüsn-i tedbîr ve tasarrufunu bir adam düşünse, o Hazret’in ne mertebe akl ü fehm ü zekâsı olduğunu derhâl anlar; ve zulumât-ı cehl içinde kalmış kabâil-i Arab arasında büyüyüp ve Cezîretü’l-Arab gibi bir hücrâ mahâlde zuhûr eyleyip de, ümmî olduğu halde enfüs-ü âfâkı envâr-ı ulûm-u maârif ile münevver ettiğini bir akl-ı selîm sâhibi teemmül etse, bilâ tereddüt, O’nun dâvâ-yı nübüvvetini cezmen tasdîk eyler.
Yemede, giymede kadar-ı zarûret ile iktifâ ve ziyâdesinden ibâ eylerdi. Bulduğunu yerdi, bulduğunu giyerdi ve tam doyunca ve karnı dolunca yemezdi. Üzerinde yatıp uyuduğu döşek, deriden mâmûl olup içi dahî hurma lifi idi.
Az vakit içinde bunca fütûhâta mazhar olmuş ve vâridât-ı islâmiye çoğalmış iken, dünya malına aslâ iltifat eylemezdi. Ve ganâimden kendisine âit olan emvâlin ekseriyetini müstehaklarına sadaka edip, kendi taayyüşü için pek az bir şey alıkordu. Bu cihetle, bâzen istikrâza (borç almaya) mecbûr olurdu.
Ehl-i Beytinin ekseriyâ yedikleri arpa ekmeği, yâhut hurma idi. Ve dâr-ı ukbâya azîmetinde, en sevgili zevcesi olan Âişe hazretlerinin hücresinde, cüz’î arpadan başka yiyecek yok idi. Zırhı bir Yahûdi yedinde merhûn idi ki, iyâlinin nafakası için otuz sâ’ arpa ödünç alıp, zırhını rehin etmiş idi.” (Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle önümüzdeki haftaya da inşallah Hilye-i Şerif’e bir örnek arz edeceğim)