SELÇUKLULAR ZAMANINDA BİR SAVAŞ SAHNESİ

Hüzeyme Yeşim Koçak

Ermeni Bir Rahibin Gözünden SELÇUKLULAR VE ANADOLU’NUN FETHİ kitabını karıştırırken, “On birinci yüzyıl Ermeni rahibi ve tarihçisi” Lastivertli Aristakes’in kendi zaviyesinden anlatımı dikkatimi çekti.

Bir takım aşağılayıcı sıfatları atalarımız için kullanıyor ve suçluyordu mesela. O da bize “kâfir” diyordu. Diğerlerini sıralamayacağım.

İlhan Aslan’ın İngilizce’ den çevirdiği ve notlandırdığı, Post Yayınca kültürümüze kazandırılan eser “1072 ile 1079 yılları arasında yazılmıştır ve 1000-1071 yılları arasındaki olayları tanımlamaktadır.”

“Bizans-Ermeni ilişkileri” gibi konulara da değinen kitap ayrıca, “Malazgirt savaşına (1071) kadar ki Selçuklu istilasından da” bahsetmektedir.

Sultan Tuğrul dönemini anlatırken,  bir savaş sahnesi ilginç geldi.

“Sultan (Tuğrul Bey, 1055-1063), sayısız bölük, fil, araba, at, kadın, çocuk ve pek çok hazırlıkla bize doğru ilerledi(…) Manazkert adındaki şehrin yakınında ordugâh kurarak alanlardaki(yani, otlaklardaki) bütün yayılan alanları tuttu. Sultan, çapulcu birlikleri ülkenin yüzeyi çapına gönderdi(…) ve bütün ülkeyi bir tarlada çalışan orakçılar kadar kolaylıkla ele geçirdiler.

O zaman (Selçukluların) ülkeye getirdiği şerleri kim kaydedebilir? Kimin zihni bunları saymakla yeter?”

“Sultan sayısız bölüklerle ilk kez gelip (Malazgirt) şehrini çevirdiğinde, sakinleri ve hayvanları habersiz yakalamıştı. Kuşatmayı on gün kadar uzatsaydı, şehri almış olacaktı.”

Sultan daha sonra, şehirle çarpışmaya girdiğinde, yöneticiler ve halk, gece gündüz Tanrı’ya yalvardı, dualar etti.”

Zorbanın kulakları şamata ile yorulmuştu, hiç durmayan yaygaranın ne olduğunu soruşturdu ve bilenlerden insanların Tanrı’yı çağırdığını öğrendi.

Sultan orada şehirle savaşarak bir ay kaldı ve her gün iki kere çarpıştı: bir kere şafakta ve yine gece çökerken. Ama burada Tanrı’nın bilgeliğini, bir tarafa yardım etmek için rakipleri kullanmayı nasıl bildiğini gözleyin. Çünkü şehir böyle bir afallama ve tehlike içinde dururken, Tanrı Sultan’ın yakın çevresinden biri olan bir prensin kalbinde harika bir fikir oluşmasına neden oldu, yani, prens şehre sözle ya da yazıyla Sultan’dan öğrendiği askeri planları bildirdi. Sıklıkla bu tür bilgiyi kâğıda yazıp bir okun bedenine ekleyerek savaşın akışı sırasında şehir duvarına yaklaşır ve oku şehrin içine atardı. Böylece şehirlilere bütün savaş taktiklerini tanıtırdı, (örneğin) yarın şöyle savaşılacak, ya da gece şu ve şu yerden (Selçuklular) duvarın altını kazıp şehre girmek istedi ve böylece şehirliler sıkı durup oraları savunurdu (..) Böylece  (Selçuklular) gece ya da gündüz zamanı nerede savaşa girişseler, karşılarında silahlı ve hazır şehirlileri buldular.”

Düşmana yardımcı bu hayırsever(!) Prensin kim olduğunu bilmiyoruz.

Kitapta savaş makinelerinden ve atalarımızın kullandığı “baban” dedikleri bir askeri araçtan da söz ediyor:

“…Oldukça yaşlı ve (kuşatma makinelerini kullanma) sanatında aşırı bilgili olan kilise yönetim kurulu üyelerimizden biri, kendi mancığını dikti ve (Selçuklular) mancınığın sapanına ne zaman bir kaya yerleştirip şehre savursa, bu papaz kendi silahıyla onların kayalarını hedefleyerek havada o kayayı vurur ve parçalar kâfirlerin üzerine düşerdi. Kâfirler (mancınıklarını kullanmayı) yedi kere denedi, ama papazın darbesi daha güçlü olduğu için hiçbir şey beceremediler.

 O zaman (Selçuklular) baban dedikleri başka bir askeri aygıtı hazırladılar – halatlarını çekmek için yüz katılımcı istediği söylenen çok korkunç bir şey. Sapanına altmış litr ağırlığında bir kaya yerleştirip şehre savurdular. Önüne pamuk yükleri ve pek çok başka malzemeden bir duvar diktiler, böylece papazın kayası ona dokunamadı. Her şey böylece düzenlendiğinde, duvara şiddetle çarpıp deviren bir kaya saldılar ve bir geçiş yolu açtılar. Şehirliler bunu görünce, titremeye başladılar ve büyük bir inlemeyle yardımlarına gelmesi için Tanrı’ya yalvardı. Kâfirler memnun olmuştu.”

Savaşın ileriki bir sahnesi ise şöyle gelişiyor:

“O sırada Bizans bölüklerinin cesur yürekli ve erkek gibi bir generali bir kükürt ve yanıcı yağ(karışımı) hazırlayıp camdan bir kaba koydu, soylu bir savaş atına binip ancak bir kalkanla korunarak şehir kapılarından koşup bir müvekkil ya da ulak olduğunu iddia ederek yabancıların ordusuna gitti. Baban ve çevresine kadar at sürdü ve orada beklenmedik biçimde taşıyor olduğu şişenin içindekini baban üzerine döktü. Bir anda ateş alışıp morumsu bir alev oluşurken, general aceleyle geri döndü. Kâfirler bunu görünce afalladılar, atlarına atlayıp peşine düştüler, ama yetişemediler. General’e gelince, Tanrı’nın yardımıyla, yaralanmamış olarak şehre huzurla girdi. Şimdi Sultan bu olanı görünce, öfke içinde yanarak (makinenin) muhafızlarının infaz edilmesini emretti.

(…) şehrin prensi, kalabalığa surlardan Sultanı aşağılayıp lanetlemeyi emretti. İki gün sonra Sultan ordusuyla birlikte ayrıldı. Uzaklaştı ve yolunda, Bznunik Denizinde (Van Gölü) konumlu, yakınında güvenli, geçit vermeyen bir kalesi olan, Arcke adındaki bir şehirle karşılaştı. Umutları denizde ve tahkimatta olan şehirliler ilgi göstermediler. Ama o kanlı hayvanlar(…) sulardan sığ bir yolu bulup şehre girdiler. Kılıca el atıp hemen herkesi öldürdüler. Sonra tutsaklar ve şehrin talanını alıp ayrıldılar. Bu Sultanın kalbini biraz dindirmiş olsa da, yine de istediğini gerçekleştiremediği için kendi ülkesine büyük üzüntü içinde döndü” (Lastivertli Aristakes, Ermeni Bir Rahibin Gözünden SELÇUKLULAR VE ANADOLU’NUN FETHİ, İngilizce’den çeviren ve notlandıran İlhan Aslan, Post Yayın, 2019, sf 68-77)

Bugünlere kolayca erişmedik, ağır bedeller ödedik.

Bize bu azîz vatanı armağan eden tüm atalarımızı, kahramanlarımızı hürmetle muhabbetle anıyorum. Allah rahmet eylesin. Makamları âli olsun.

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.