Çanakkale Şehitlerinin azîz hatırasına
“Yemin ederim ki ondan ayrılmak istemedik. Ne özge safalar yaşadık, söyleştik, halleştik onla ki bütünleşmiştik. Köklerimiz birbirine tutunmuştu; bedenimiz ruhumuz sarmaş dolaştı. Kesilirdik; acımız kıyılır, bin parçaya bölünür, vurdumduymazlıkla keneflere atılır, gülünür geçilirdi de aldırmazdık. Kururduk, yanardık, soyumuz kesilir, kan ağlardık da, gene ondan ayrılmazdık.”
“Biz neler gördük. Nice kıyımlara, ölümlere, harplere sahne olduk. Düşmanın şeamet davullarını; mezbeleliklerde gezen, sürünen inançların teneke borulardan dellalca/deccalca haykırışlarını...”
Toprağımız kirletildi, haysiyetimiz iki paralık edildi, şahsiyetimiz inim inim inletildi de yılmadık! Horlandık, zorlandık ama köle olmadık.”
Koyunları otlatırken, bir yer dikkatini çekti Çoban Mustafa’nın... Oraya gelince otlamıyor, âdeta bekleşiyorlardı. İki ağaç arasında, görünmez çitlerin çevrelediği bir bölüm...
Hayvanları tekrar tekrar sınadı, sınırlı alandan geçirmek istedi. Fakat anlaşılıyordu ki, yasak bir bölgeydi. Bir şey, bir varlık hayvancıkları etkiliyor. En delişmen kuzular, asi oğlaklar bile ağırlaşıyor, yürümüyordu. Sanki huzurdaydılar. Saygı duruşunda. Bilinmez, çözülmez bir ihtarın sevk ettiği, ihtiramda.
Ruhanî, gizemli bir hava her yanı kaplıyor; koyunları tesir altında bırakan kuvvet, Mustafa’yı da garip bir hürmete, esrarlı bir cebrin tatlı nüfuzuna sokuyordu.
İşte mim koymuştu, hep aynı yer.
Sonra... “sevda yükünden” iyice yoğunlaşmış; sımsıkı birbirine kenetlenmiş, adamakıllı susamış aşk huzmelerinin sermest, ince dökülüşlerini; karanlığa galebe çalışlarını ve yerle zarif birleşmelerini izledi.
“Dinimiz, bayrağımız, kızımız kızanımız, kıymetliydi bir zamanlar ve Erlerimiz... Uğruna baş koyduğumuz Cevherimiz.”
“Değerlerimizi alay mevzuu etmezdik. İnsanımızı, inancımızı, vatanımızı satmayı düşünmezdik. “Pazarlık” nedir bilmezdik. Ticarî fikirlerimiz, kapitalist zihniyetimiz, Avrupaî zikirlerimiz yeterince gelişmemişti. Hâlâ “çağdaş uygarlık düzeyi”ne erişememiştik. Hâlâ “Şarklı” ve daha hâlâ çarıklıydık.”
Koşup, muhtara haber verdi.
Yakın, birkaç kişiyle köye geldiler. Heyecanla, itinayla, aceleyle sabrederek, azimle kazmaya başladılar. Tırnaklarıyla, sıcak terleriyle, mümin billur gözyaşlarıyla; kalplerin mutmain, razı duruşuyla.
Örselemeden, incitmeden... Vecdle, cehtle; sevginin tüm cepheleri, aşkın bütün veçheleriyle... Şahadet türküleriyle. Vefakâr âşığın en candan neşesiyle. Sîneleriyle...
“Küffarın elinde ‘gassalın elindeki ölü” gibi değildik bir zamanlar... Gazaplanır, vuruşur, İslâm’ın izzeti için, nefislerimize basa basa dövüşürdük. Zillete düşsek de kalkardık. Allah hatırı için, bir iman hamlesiyle, manevî kılıcın savletiyle düşmanı boğardık. O zamanlar..
biz ölsek de doğardık.
Canı başı koyuverirdik toprağa... Mevki mansıplar, madalyalar pas tutmuştu belki ama kalpler çürümemişti daha... Uzağa/uzaya gidilmemişti velâkin amma Semâvâtın yolları önemliydi hâlâ.”
Güzelliğin nuru, aşkın ruhu, cazibeli Hakikatin sürûru görüldü az sonra. Uğrunda tüm varlık yele verilen, hiçlik kuşanılan bir “Mukaddesat Çiçeği”nin hafiften, lâtif, yakıcı kokusu duyuldu. Bir gül tenlinin gülümseyen yüzü; bir seçilmiş sevda kurbanının, urbasında kanlarıyla, işaretli delilli görüntüsü doldurdu.
Bir eli başının altında, en kanılmaz doyulmaz uykulara varmış. Diğer eli, kalbinin üstünde. Sevgiliye selâmda. Sağ bacağı dizine kadar kopuk; huzura elsiz ayaksız, dilsiz de gidilir, uzuva ne gerek var, beden ne lâzım diye. Kolunda iki tane şerit, çavuş olduğuna dair, fakat silinmiş, soluk. Asıl rütbeyi, “O” versin diye.
“Canlı cansız, ağaç taş toprak, kadın erkek, çoluk çocuk ayrımız gayrımız yoktu. Yolumuz tekti. Aynı göğüsten çıkan nefeslerdik. Hepimiz Yaratıcı’nın sütüyle beslenmiştik. O’nun eliyle okşanmıştık. Biz Bir’dik.
Tekbirler getirdiler. Kur’an okudular. Nasıl hareket edeceklerini kestiremiyorlardı. En nihayet, ilçeye, meseleyi kaymakama duyurmakta karar kıldılar.
Bir İlâhî nida geldi, gönül kulaklarına, haber verildi. Cümle sevenler akın akın köye geldi. Mezarın başında toplandılar.
Kabirden çıkan künyeden, 27.ci alaydan Mehmet Çavuş olduğu tespit edildi. “Hak askeri” ni, makamına yerleştirmeye gidilecekti.
Şehidin tabutu üstüne, şehitlik remzi al bayrak örtülecekti. Bütün âşıklar kan kardeş olup, galeyana gelecekti.
Tam bu esnada, dayanamayıp, kendini tabutun üstüne atan, sağlı sollu iki selvi dile geldi:
“Üzerine eğildik, secde ettik. Ne diyelim ki, kendimize söz geçiremedik. İstedik ki Mehmetçiğe sarılalım, kucaklaşalım. Onun diliyle konuşup, onda ifnâ olalım. Affedin! Veda etmeyi bilemedik.”
“Ant olsun ki, biz şahittik. Yiğitliğine, ondaki civanmertliğe, Hakperestliğe. Daha asırlarca başında şerefle nöbet tutabilir; sevgisiyle başımız dik, kaynaşabilir, çuşuhuruş edip kaynayabilirdik. Şevkle yaşayabilirdik.”
Ancak gaipten bir ses geldi: “Hayır! Bu OLMAZ... Niçin onu ele veriyorsunuz.”*
Yürekler durdu, diller sustu. Selviler konuştu:
“Vallahi biz ondan ayrılmazdık. Emir gelmeseydi, izin çıksaydı. ‘Bırakın artık, makamına gitsin!’ denmeseydi.
Keşke uzaklaştırılmasaydık, hicranla kavrulmasaydık da; ayrılık acısını taşımayaydık. ”
“Biz bu toprağın sesiydik, rengiydik, hücreleriydik. Bize emanet edilen sırrı faş etmedik. Rikkatli, yanık kalplere fısıldadık usulca. Hissettirdik.
Ne tanıklıklar yaptık. Sancılar çektik. Zulmün ocağına düştük. Kahramanlar yeşerttik.
Onları, ölümü unuttukları gibi, bizi de unuttular. Sevimsiz gerilik sembolleri olarak ele alındık. Müzelik, eski zaman dilimlerinde; hatırlanmaz kahır dolu şiirlerde kaldık. Aşk mevsimlerini hep, nisyana saldık.
Fakat hiç ümidimizi kaybetmedik. Belki bir gün bu toprağın çocukları bize sahiplenir, ‘Sonsuzluk Kıblesi’ne döner, dorukların seviyesine özenirler diye bekledik.”
“Yıl, 1934’tü” dedi iki hayalet selvi.
Çanakkale, Büyük Anafartalar Köyü...
“O zamanlar, şimdiki gibi tarihten utanmazdık. Ve tarih bizden utanmazdı.”
*Olay; Mehmet İhsan Gençcan’ın, “Çanakkale Savaşları ve Menkıbeleri” isimli kitabında geçmektedir.