Şehir elbette sadece taştan, betondan, binalardan, görünen yüzünden ibaret değildir. Bir ruhu, seslenişi, kendine özgü dünyası, belki her insanın onda bulduğu bir karşılık vardır.
Şair, yazarların, sanatkârların ona bakışı daha farklıdır. Sait Faik, “Bir Kütüphanenin Hikâyesi” isimli yazısında, muzip bir dille bize bu dünyadan bir örnek sunar:
“Evet, bu şimdiki vilayet on beş yaşında bir nahiye olduğu gün, ben de on altı yaşındaydım. Yani ondan biraz büyükçe. Bütün arzuma, bütün ciddiyetime rağmen bu yaramaz çocuğa ağabey dedirtemedim. Şimdi o benden daha ihtiyar görünmesine karşı bu ağabey dedirtmek ümidi büsbütün söndü. İkimiz de aynı yaşta gibiydik. O, benden muhakkak ki çok evvel, çok deli, çok ateşin bir ruh taşıyordu. On beş yaşın bütün güzelliği, pejmürdeliği, karmakarışıklığı ile. Onun ne cuması, ne pazarı belliydi. Ben mektepten kaçarken o deresini taşırır, ben çocuklarla kavga ederken o, kalabalık ve çamurlu caddelerinde yalınayak başıkabak, yüzü gözü zifos içinde –fakat on beş yaşın güzelliğiyle- gelene geçene dilini çıkarır; serazat, edepsiz, haylaz bir çocuktu.”
Ünlü hikâyeci, tanıdığı şehrin “çocukluğunu, gençliğini”, nahiyelikten kazalığa, hatta “ben vilayet olmak istemiyorum” kaprisine(!) kadar serencamını aktarırken; şehirleri de insanîleştirir.
Fakat galiba onca, şehirler erkektir. Ve zamane erkeklerinin karakteristik özelliklerini paylaşır. Mesela “yirmi yaşında hovardadır, edebiyata merak sarmıştır”, “işte o esnada çalgıhaneler, meyhaneler, kahvehaneler açılmıştır”; hatta iktisattan “bahsedenin yüzüne ateşin nutuklar ve zembereksiz şiirler okur.”(Sait Faik, “Tüneldeki Çocuk, Mahkeme Kapısı”, Bilgi Yayınevi, 200, sf. 44-46)
İhsan Tevfik ise, “Her şehrin, içinse sakladığı anılarla birlikte var olan bir şiir vardır. Bazen yüzeydedir o anlam, bazen iyice derindedir. Önemli olan o anlamı bulabilmektir” der.
Şehrin şiirini bulmak, aşka güzelliğe varlığ(ımız)a dair bir çileli bir arayışa dönmüştür artık.
Anlamadan, bilmeden, görmeden hatta yaşamadan geçeriz hayatı çoğu defa. Arayışlarımız bir türlü bitmez. Mekânlar o yüzden biraz da kutsallaşır, sevimlileşir; hatıralarımızın, hülyalarımızın, ihtiraslarımızın yükünü çeker.
Mekânın özünde ne vardır? Belki de büyüme isteği… Yoruma bağlı, tersinden de okunabilecek, enine, boyuna, dikine bir büyüme, ulaşma, bir(leşme) isteği…
Şehir de “yitiğini” arar. Kaybettiğini kazanmak, eski ihtişamına dönmek, yerine göre, belki sınıf atlamak(!) ister.
Şehrin de devraldığı ve aktaracağı bir mirası, hazinesi bulunmalıdır.
“Şehirde ne var?” sorusu; “Ne yok ki; gasp, saldırı, uyuşturucu, soygun, taciz, kumar gibi sevimsiz katı cevapları hatıra getirebilir kuşkusuz.
Kayıt altına alınanlar, silinenler, mahfuz kalanlar; kenara köşeye bırakılanlar, çirkinlik anıtları, güzellik abideleri… Cevaplar yorucu ve zorlayıcıdır.
Ancak soru, asıl ne olması gerektiğine de kapı aralar ve sorunlarla uğraşan bizi “sorumlu” kılar.
Çünkü şehirle bir alışverişte bulunuruz; mekânı hayatı dokurken o da bize dokunur, birbirimizi etkileriz.
Sırrımızı birikimimizi ve âlemden teraküm edeni fiiliyata geçiririz. İç-dış bir çeşit imar hareketini fark etmesek de sergileriz.
Alain de Botton şehrin, “binaların konuştuğunu söyler”; “sevdiğimiz yapıları ya da mekânları güzel kılan özellikleri düzen, denge, zarafet, tutarlılık, kendini tanıma(sh. 192- 279) olarak sıralarken, bir “güzelleştirme” eylemine mutlak surette dikkat çeker:
“Güzel bulduğumuz binalar önemsediğimiz değerleri farklı yollarla yücelten, yani gerek malzemeleriyle, gerekse biçim ve renkleriyle, herkesin olumlu nitelikler olarak düşündüğü dostluk, nezaket, derinlik, güç ve zekâ gibi kavramlara gönderme yapan binalardır. Güzellik anlayışımız ile iyi bir yaşamın nasıl olması gerektiğine ilişkin düşüncemiz birbirinden ayrılamaz.” (Alain de Botton, Mutluluğun Mimarisi, Çev. Banu Tellioğlu Altuğ, Sel Yayıncılık, 2007, sf. 111)
Güzel(lik) peşinde olan, çirkin işlerden mümkün mertebe imtina eder; yalnızca kendinden mesul değildir
“Nâgehan ol şâra vardım ol şarı yapılır gördüm/Ben dahi yapıldım taş u toprak arasında” der Hacı Bayram Veli.
Onun şârı(şehri) inşâ edilirken, inşa eder besbelli.
Şarın bazen bir Şar(k) havasını da hiç değilse estirmesi beklenir. Çünkü biz bir her şeyden evvel “Doğu’nun Çocuklarıyız”.
Hüviyetimiz şahsiyetimiz Şar(k)ın medenîleşmiş, mazi ve atiyi kucaklayan ihtişamlı “bilge ışıklarında” saklıdır.
Rüyamızın şehirlerinde ise zaman bir bütündür; sokağından temkinle geçmez, bazı mahallerini mimlemez, ürkmez; maşeri bir huzuru ve sükûnu, muhabbetli bir yaşayışa derhal iştirak arzusunu hissederiz.
Şehrimiz sadece şiir değil, şarkı da söyler. Bir bayram sevinci lâtifliğiyle söylenmedik sözlerin, fütuhat ve keşiflerin, gök kubbeyi süsleme hevesinin, iştiyakını duyurur ve hamle ettirir.
Ruhumuzdaki yaşanılır asûde mamur şehirlerse bizi nefeslendirir dinlendirir. Herhalde evvelâ gönül şehirlerini kurmak yapılandırmak gerekir.