Sebebi?

Hüzeyme Yeşim Koçak

İçinde, sanki dünyayı hiç bilmezmiş; ilk defa görüyor, tanıyor, yeni uyanıyormuş gibi, kesif bir acı. Duygular katmerleşmiş, kat kat…

Hayat sanki acı bir şaka; müthiş bir alaydan, Şeytan’ın meşum kahkahasından ibaretti.
Varlıklar, bütün eşya, zoraki bir şahitlikten usanmış; dolup taşan derin bir ıstırabı taşımakta güçlük çekiyor; ulvî bir güçten medet isteyip, şefaat diliyordu.
Bütün teknolojik araçlar, süslü püslü oyuncak kadınlar, en elim sefaleti, en feci rezaleti bile bir dekor olarak, sıradan gösteren “parlak şapkalar, kukuletalar” hepsi, her şey boğazını sıkıyordu. Ortalıkta korkuluklar, er meydanında fareler, kürsülerde, zirvelerde eşşekler geziyordu.
Sonsuzluğa uzanan tarlalarda; fütursuzca dolaşan, aymazlıkla nefes alıp veren, kesici delici “cinayet âletleri”, durmaksızın fidan biçiyordu.
Beynini kurcalayan, bir münasebetsiz soru: “Niçin?”
Bir his hamlesiyle, kolayca aynîleşiyor, karşı tarafa geçip, ötekileşiyor, yürek ortaklığı yapıyordu. Ki “öldür(ül)mek” korkunç.
Atıldı: “Sebep?”
Şaşırmış arkadaşı, garip bir şey duymuşçasına, Hasan’ın yüzüne dikkatle baktı, aldırışsızca omuz silkti. Dostu, her zaman duygusal bir kişi olmuştu.
Hâlbuki nedeni bilmek, kısmen rahatlatabilirdi. Meselâ  “kan davası” vardı aralarında; gençti, ailesi mecbur etmişti. Namus meselesi, işin içine kanın girdiği bir şey… Hadiseyi biraz yumuşatacak, aklîleştirecek, mazur gösterip, ne bileyim hiç değilse mücrimin hesabına %10 haklılık payı yazdıracak, anlaşılabilir bir “sebep”.
Fakat “hiç yoktan”. Yoktan yere gitmiş. Yoktan yere öldürmüş… Yok yere, yaşamış. Bu insanı mahvediyor.
Televizyon, sıradaki haberi duyuruyordu, kendisine laubali gelen bir anlatımla: “Okula gitmiş, silahını çekmiş. Takır takır adam vurmuş”. Bu kadar basit işte.
Hayır,  asla kabul edilemez. Travma, mutsuz çocukluk, çağın nevrotik kişiliği, post modern lâf salataları; adı ne konursa konsun, ne teşhis edilirse, formüllenirse edilsin..tanımsız, adsız, kabul edilemez bir şey bu…
Aklına gelen sebepleri bir sıralasa… Sebepler sonuçları doğuracak. Sebepler birbirini kovalayacak.
Uyumsuz kalbi, taşlara kayalara çarpılacak, çırpınacak, dağılacak.
Kendini kitlemek, dağlara vurmak, hayalin davetkâr ülkelerinde, hemen itirazsız önyargısız kucaklayıveren, derhal içine alan, müşfik bir atmosferde, insanlık türküsünü çağırmak istiyor. Utanmamak, kir hüsran selini artık durdurmak, adamlığını duymak...
Cesetlerin olduğu yere çemberler çiziyor polisler. Akbabalar, leş kargaları, çakallar baş üstünde daireler çiziyor. Boş daireler, içinde “ölü akıllar, canlar”…
“Ölülere dokunamazsınız” diyor sorgulayıcı üniformalar, ama insanlara dokunulabilir.  Gönlüne dokunmadan, temas edilir, arabayla, villayla, ünle, başarıyla iletişim kurulur ve dokunulur insanlığa.
Sonra, işte böyle cansız yığılıverirler boş alanlara. Yeryüzü; çökük göğüslerine, olanca baskısıyla abanarak, açık gözleri gökyüzüne nahoş, umarsız bakarak. Ve Cumhuriyetin zafer takları arasından, kalemi düşmüş, süngülü bir öğrenci çıkagelir, beyninde kurşun, selâmsız kelâmsız, çeker vurur tak tak! Dilinde, pelesenk bir “Hikmet”: “Makinalaşmak. Trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak!”
Bir başka haber; hızlı ve zincirleme çalışan, peş peşe iş yapan mezar kazıcıları üzerineydi.
“Seri katillerin bir özelliği de, baba..” diyerek sakince izahata girişiyor Burcu. Çok zekilermiş, bazıları yamyammış, kurbanların ailelerine mektuplar yazarmış kimileri duygulu. Kimilerinin buzdolaplarında pek özel ürünler bulunurmuş. Aralarında yakışıklı adamlar da varmış.
O yaşta “testereli, kıyma makineli filmlere” bayılıyor. Fazla üzen, yoran bir çocuk değil hâlbuki. Ancak tuhaf merakları, kız olmasına rağmen “şiddet severliği”; ekrandan oluk oluk kan akarken, aldığı lakayt tavır, pek tabii, reflekssiz, kanıksamış, ağzında çekirdek ya da sakız, önünde mucize içeceği, her şeyden evvel bu zevki, benliğini önceleyişi kanına dokunuyor. Sanalda olsa, ölümle şakalaşmayı seven kızında; kadına dair bir şefkat, incelik göremiyor.
Karısıysa bir başka âlem. Her dokunaklı sahnede, gösterişli ama boz bulanık, kederi de taciz eden, etrafı zehirleyen, çığırtkan çile hikâyelerinde; daima bir facia havasıyla, aynalı, markalı gözyaşı döküyor. Akabinde kaşlarını yolup atıyor. Düpedüzgün, dört dörtlük, nefes kesen bir hatundur hani.
Evinin bahçesindeki bir görüntü dikkatini çekiyor, akşam eve dönerken... Çimenler üzerinde, hareketsiz yatan bir güvercin. Hayvanın yanına geldiğinde ürperiyor; başının yerinde, esen yelleri görünce...
Gövdesi sapasağlam, ama “kafasız” bir güvercin. Boyun oyuğundaki kanlar kurumuş. Artık, zeytin dalı taşıyamayacak. Namert, hince bir devran, katıla katıla gülerken ölüsüne. Öylesine teslim olmuş, o kadar biçare ve garipçe.
Düşünürdü ki adam: Yoksul nekes bir yağmur, kuşcağızın üstüne çilerken… Nafile, kafasını arar dururdu, “sulh cennetine” giderken.
Hayat binbir hikâyeyi toplasa da cömertçe; o bezgin üzgün…
Hüznünün sebebini soran Canan’a olayı anlattığında, kadın “Çocuklar yapmıştır Hasan” diyor.  “Hayvan işi” diye düşünmek istiyor, görmezden geliyordu. Karısının öne sürdüğü, beter bir sebep.
Kısa pantolonlu, boyu yere yakın bir veletken; sapanla, kuş avlamıştı. Taşın tesadüfen isabet ettiği yavru bir kuş, defalarca, gözünün önünde, ağır çekimle, süzülerek toprağa düşüyordu.
 Minik kuş bugün, anlaşılmaz bir zalimlikle hâlâ yaşardır ve o hâlâ, kuduruk tasmasız bir dünyada, köpekler gibi pişmandır.
Neden bu kadar hassaslaştı; yüreğindeki dikenleri kim çıkaracak. Sebebi?
Kızıyor kendine. Mücadelesini dişiyle tırnağıyla, gücü yettiği kadar yapsın, tamam; ama ne olurdu bir kere de candan, kendini “Sebeplerin Sebebine” bıraksa… Bazen de “Sahibine” havale etse.
Bir iç hesaplaşmasıyla karmakarışık…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.