Bildiğini unutan, bile bile yanılan, yeri geldiğinde başkalarına öğüt vermekten geri kalmayan ama aslında kendisi hiçbir ders almayan, ne bileyim işte, gafil mi desem, tuhaf mı desem, hayret edilecek varlıklarız biz hepimiz; bir dünya dolusu beşer. Şaşan beşer, şaşkın beşer…
2 kere 2’nin 4 ettiği bilgisini nasıl bir ezberlemiş ve içimize sindirmişsek, o aynı kendinden emin oluşla, sonsuz bir özgüvenle bilip tekrarladığımız hayat derslerimiz, kalıplaşmış cümlelerimiz ve kesin bilgilerimiz vardır bizim.
Örnek vermek gerekirse, ki gerekiyor, “insan ne yaparsa, kendine yapar” deriz, bilgece. Dilden hiç düşmeyen ama dilden gönüle de hiç düşmeyen sözlerden, ilk aklıma geleni olarak… Öyle deriz işte. Yine de, hep başkasına, başkalarına, onlara, bunlara ve şunlara yapıp ederiz, hesabın er geç kendi önümüze geleceğini, hiç bilmiyormuşçasına.
Lafta kalan ezberlerden, aklıma ikinci geleni ise, karşısında büyük saygı duyulacak bir sözdür, bana göre. O da şudur: “gördüğünün yarısına inan”… Bu sözün karşısında şapka çıkartılır. Yine de, görüş kapasitesi gayet sınırlı ve dar olan gözlerimize, tamamiyle ve tamamiyle inanıp güvenmeyi tercih ederiz hep, her seferinde. Ee o zaman şimdi nerede kaldı o kıymetli bilgiye gösterilmesi gereken hürmet ve nerede gördüğünün tamamına inanıp da görüntünün arkasını aramaya, perdeyi aralamaya hiç gerek bile duymayan, amiyane tabirle, ‘sazanca atlayış’ ve körlemesine dalış? Bu bile bile yapılan ladesin ismi, gaflet midir, yoksa adı bile olmayan bir gariplik ve tuhaflık mıdır şimdi, başta da belirttiğim gibi? Göre isteye yanılmak, her defasında faka basıp hataya düşmek, ortak bir yazgımız mıdır yoksa bizim hepimizin; bir dünya dolusu beşerin?
Şimdiye kadar tüm bunları yazarak, konuyu, belirli bir noktada düğümlemek istedim aslında. Tam da gündemlik, son derece güncel ve zaten her yıl da tekerrür eden bir duruma getirmek istedim, sözü. Şuraya: göz, mideden daha fazla, hem de, çok çok daha fazla acıkan bir şey, azizim… Dört odalı ve kendine has bir midesi mi vardır bu organın yoksa, tıpkı büyükbaş hayvanlarda olduğu gibi? Bu nasıl bir açgözlülüktür? Ve gözün bitimsiz açlığını bilmemize, kendimizden bilmemize rağmen, her oruç gününün akşamında, saatler boyunca büzülüp küçülmüş olan zavallı bir mide için, hunharca, tepeleme doldurulmuş tabaklar, çeşit çeşit iftariyelikler, ara, baba ve ana yemekler, ardından da hem güllaçlar hem de baklavaları hazır bulunduruyoruz. Yarısını bile yiyemediğimiz yemeklerin miktarını ve çeşidini, makul ve gerçekçi boyutlara indirgemeyi, bir gün olsun başaramıyoruz, ne hikmetse. Her gün ve her yıl tekrarlanan bu durumdan hiçbir ders de almıyoruz ve biz her iftar vakti, makul miktarları çoktan aşıyoruz. Kalan ve atılan yemeklerin sebep olduğu israf ve sarfiyatın, zaten başlı başına günah olduğunu bildiğimiz halde bunu unutarak, ertesi günün orucuna niyetleniyoruz yine, her gece. Bu arada kalan yemekler, atılmak yerine, aç hayvanlara verilse bari! Her neyse…
Ne yazık ki hiç değişmeyen ve süreğen bir devinimle kendini her yıl aynı şekilde ortaya koyup yineleyen hatalarından hiç ders almayan, bir türlü akıllanıp da gafletinden silkelenip kurtulmaya çalışmayan bizim hepimize, bir dünya dolusu beşere öyle çok hayret ediyorum ki, ben de o şaşan şaşkın beşerlerden birisi olup çıkıyorum hep, en sonunda.