Deprem yalnızca fay hattı kırılması vs. gibi fizikî sebeplerle açıklanamaz. Ciddi can kayıpları yaşanan bu elim hâdisenin görünmeyen ama idrak edilmesi gereken kaderle alâkalı ilâhî boyutu vardır, demiştik önceki yazımızda. Kaldığımız yerden devam etmek istiyoruz efendim müsâdenizle.
Dünyâda cereyan eden olumsuz hâdiselerde sâdece görünür maddi sebeplere bakarak değerlendirme yapmak, o vakanın mânevî boyutunu ihmal etmek, yalnızca oluşan şekli görüp ‘öze dikkat etmemek’, demektir. Böylesi bir hatâya düşmemek için, hâdisenin ibret ve hikmet yönüne odaklanmak gerekir. İşte tam bu noktada; ‘Yaratıcı ve yaratılan’ yâhut ‘Allah-insan’ ilişkisi gündeme gelir. Bu iş aynı şu misallere benzer; bir çocuk anne-babasının râzı olmadığı bir davranış geliştirdiğinde veya bir öğrenci öğretmeninin istemediği bir hareketi yaptığında ya da bir memur âmirin yasakladığı bir fiili işlediğinde nasıl cezâlandırılırsa bu işte aynen böyledir. Âlemlerin Rabb’ı; mutlak hüküm koyucu, ‘Ol’ deyince olduran, tüm varlıkları yaratan Allâhu Azûmüşşân’ın yap dediklerini yapmayan, günahlarla âdeta kol kola gezen, kötülükleri normal gören, haramları helal işleme rahatlığında olan insanları O Kâinâtın Yegâne Sâhibi bir şekilde fay hatları sebeplerini devreye koyarak cezâlandırmaz mı? Siz yalnızca, zâten Cenâbı Hakk’ın vâr ettiği ilmi hakikatlere takılarak asıl görülmesi gerekeni ıskalarsanız, bu döngü tâbiri câizse -sittin sene- hep devam eder, durur.
Bütün depremlerde yaşadıklarımız, gördüklerimiz ve de, yapılan tüm değerlendirmeler çağdaş-modern insan davranışlarında; ‘Allah İnancı’nın zayıfladığını gösteriyor. Herkes derhal maddi yorumlara başvurarak; ‘Şöyle olmasaydı, böyle olmazdı’, gibisinden lakırdılar ediyorlar. Halbuki kişi ne yaparsa yapsın başa gelecek varsa o engellemez. İlâhî takdirde ne çizildiyse o mutlak gerçekleşir. İnsanlar bu gibi olumsuz hâdiselerden maddi ve mânevî dersler alarak çıkmış olmalı.
Evet, tabi tedbir alınacak, bunu söylerken ‘nasıl olsa başa gelecek’, diyerek biz istediğimiz gibi çalalım-çırpalım değil, söylemek istediğimiz. İslâm’ın değişmez hakikatine göre, ‘Sen tedbirini al, sonrasını Mevlâ’ya bırak. O neylerse güzel eyler. Diyebilirsiniz ki, ‘Depremin nesi güzel?’ Evet güzeldir, dostlar. Depremde yitirilen canlar belki de ‘şehid’ hükmünde. Telef olan mal-mülk sadaka hükmünde! Yâni kişi için kayıp gibi görünen nice fâni şeyler onun için ebedi saadeti kazanma sermâyesi olabilir. Hak etmeyenler de cezâsını bulur. Ne diyor büyük mütefekkir; ‘Deme neden şu şöyle, yerindedir o öyle. Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.’
Aslında depremler, insana aynen bir kıyâmet kopması sahnesini hatırlatır. İnsan kendini onca kutsamasına, aklını putlaştıracak kadar kendini yüceltmesine rağmen böylesi bir sarsılmada ne kadar âciz ve ne kadar zayıf olduğunu yakînen daha iyi idrak edebiliyor. Deprem sırasında can havliyle ne yapacağını bilemeyerek sağa sola kaçışanlar, balkondan atlayanlar, evleri başlarına yıkılanlar, göçük altında kalanlar, ağlayanlar, üzülenler, perişan olanlar ahrette ne hallere düşüleceğini anlayabilseler belki felâketten sonra dersler çıkarabileceklerdir.
Felâket zamanlarında büyük bir çâresizlik içinde kıvrananlara en güzel çözümü din getirir. Bilinsin ki inanma duygusu, insanları her zaman teselli ve tedâvi edici en ehemmiyetli unsurdur. Zira inanç insanın direnç noktalarını pekiştirir, kişiye inanılmaz bir güç bahşeder. Bilhassa böylesi sıkıntılı zamanlarda yapılan samîmâne duâlar, içli yakarışlar ne güzeldir! Belki kişiye bütün bir ömrünü verse elde edemeyeceği lütuflar sağlayabilir. Allah Teâlâ’ya inanma duygusu asla ihmal edilmemesi gereken bir duygudur. İnsanlar bu duygu ile hayattaki olumsuzluklara göğüs gererler. Her şeyi maddeye ve her oluşanı maddi sebeplere bağlayanlar kesinlikle ama kesinlikle yanılıyorlar. Bu dünya hayâtının değiştirilemeyen hakikatidir. Bir zaman Japonlar on şiddetindeki depreme dayanıklı binalar yaptıkları halde yine daha büyük bir şiddette gerçekleşen depremle karşılaştıklarında, bütün aldıkları tedbirlerin işe yaramadığını gördüklerinde pek çok kişi inançsızlık sonucu intihar etmiştir. Bu durum, tedbirin yetmediğini ve tedbirle işin bitmediğini gösteriyor. Dolayısıyla her şey Cenâbı Hak’tantır. Şimdi böylesi hallerde, insan tedbir almalı yanı sıra tevekkülü de hayâta koymalıdır. Çünkü insan kötü ve hatâlı uygulamalar sonucu, körü körüne elbette yanlışa saplanmamalıdır. Binâlar çalmadan-çırpmadan yapılmalı. Bu bize neyi gösterir? İnsanlarda ahlâkî fazilet olmadığı gerçeğini gösterir. Peki güzel ahlâki davranışları ne sağlar? Bugünkü sistemin insanlara ahlâki güzellikler kazandıramadığı gün gibi ortada. İnsana faziletli, erdemli, güzel davranış modellerini ancak ve ancak ‘din’ ve ‘inanç’ temin eder. Yâni Rabb’e güzel kulluk yapan, ahrette yaptıklarının hesabını vereceği bilinciyle yaşayan insan yanlış iş yapmaz, yapamaz, günaha düşmez, düşemez. Düşerse derhal döner tevbe eder, pişmanlık duyar. İnanan insanlar her nefesin hesâbını vereceği bilinciyle yaşarlar o yüzden kendilerine emâneten verilenleri istenilen şekilde teslim edebilmenin teyakkuzuyla ömürlerini geçirirler. Ve onlar; Allah Teâlâ’nın gazâbından rızâsına, azâbından affına, cezâsında mağfiretine, azamet ve heybetinden re’fet (=esirgeme, acıma, koruma) ve şefkatine sığınırlar. Sâdece sıkıntı ve problem zamanlarında değil onlar her zaman Rabb’lerine sığınırlar, O’nun emirlerine kayıtsız kalmaktan korkarlar. İşte böylelerine ne dünyâda ne ahrette korku olmaz. Öylelerinden olalım inşaALLAH. Cumânız hayrolsun efendim. Rabb’im görünür-görünmez kaza, belâ ve musibetlerden bizleri korusun. (Amin)