Descartes, ‘‘düşünüyorum o halde varım,’’ demişti ama günümüzde bu mantık geçerli değil artık. Şimdi düşünmek var olmak için yeterli olmamaktadır. Hatta müesses nizamın kırmızı çizgi saydığı bazı sorunlar ve buhranlar hakkında düşünmek mayınlı tarlaya girmek demektir. Öyle ki bu sorunlar konusunda düşünmek çoğu zaman var olmayı değil yok olmayı beraberinde getirmektedir. Önemli olan bir şeyi düşünmek değil o şeyi yapmaktır. Bu günlerde ben de düşünüyorum o halde varım demek basit bir düşüncedir çünkü şimdi revaçta olan düşünmek değil varmış gibi, yapıyormuş gibi görünmektir. Her şeyin manadan soyutlanıp maddeye bağlandığı, herkesin kendi hesabına çıkan yola bağlandığı bir zaman diliminden geçiyoruz. Görsellik ve eşyanın sayısal anlamı, hayatın madde boyutu her geçen gün hakikatin önüne geçmekte, üzerini siyah bir şal ile kapatmaktadır. Mana madde karşısında diz çökmeye zorlanmaktadır.
Günümüz insanı bir şeyin gerçeğine ulaşmak yerine gösterişle yetinmektedir. Bir toplantıda olup orada olmamak, bir sorunu, bir programı olan bir arkadaşın yanında olmazsam ayıp olur mantığı ile hareket edip orada bedenen görünmek bir gösteriştir aslında. Günümüzün çağdaş insanları, çağdaş anlayışı ise bu gösterişi daha çok tercih etmektedir. Bu anlayışın birçok sebebi bulunmaktadır ama kısaca sebebi şudur; şarklı değil, artık garplıyız. Ne mutlu bize, artık çağdaş medeniyetin yüksek seviyesine ulaştık.
İnsanın bedenen yaptığı yolculuk aynı zaman da tarihin içine yaptığı yolculuktur. Zamanın içinde gerçekleştirdiği bir yürüyüştür ama en önemlisi insanın kendi içinde yaptığı yolculuktur. Bir taraftan varacağı yere yürürken bir taraftan da asıl hedefe doğru yürümektedir. Asıl hedefi unutturan yolculukların bir faydası olmaz insana.
Eskiden insanı tanımak için onunla yola çıkmak gerektiğine inanılırdı. Toplumlar da insanlar gibidir. Toplumlar birbirlerini tanımak için birlikte yolculuk yapmak zorundadırlar. Birbirlerini tanımadan yapacakları alışverişler, kuracakları temaslar bir tarafa zarar verirken, diğer tarafa fayda sağlar. Bizim şark toplumları garp toplumlarını tanımadan yaptıkları alış verişten son derece zararlı çıktılar. Kendi kırmızı çizgilerini geçip karşı tarafta yürümeye başladılar ve sonunda onların değerlerini, kurallarını, yasalarını, düzenlerini alıp geldiler. Bizim bünyemize zararlı olan bu yasaların aslında bir yarasa olduğunu ve bu değerlerin aslında değersizleştirme olduğunu anlamadan çağdaşlık zannettiler. Sonuçta kendinden çok onlara benzeyen bir toplum olduk.
En kötü olan şey ise tanımadan, asıl yüzünü görmeden onları sevmek oldu. Çünkü sevmek gözü kör eder ve gerçekten de kör etmekteydi fakat kimse bunun farkında değildi. O kan ve kin dolu, düşmanlık ve nefret dolu coğrafyanın insanlık dışı medeniyetini, sırlarına vakıf olmadan çağdaş medeniyet zannederek alıp getirdik, kendi isteğimizle boyunduruk altına girdik. Bu medeniyet, arzularını da beraberinde getirdi. Kimliğini ve karakterini de beraberinde getirdi. Şimdi bizi zorlu bir tercihe sürüklemektedir; ya onların kimliğini ve karakterini kabul edip onlardan olmak ya da kendimiz kalıp dışlanmak, ötekileştirilmek, düşman ilan edilmek, işgallere, yaptırımlara ve boykotlara maruz kalmak. Sonunda savaşa ve köleliğe zorlanmak. Medeniyet olarak, toplum olarak kendimize dönmezsek bizi bekleyen son budur. Şimdi sormak istiyorum, ormanımız bu haliyle bizim olarak kalsın mı yoksa garbın düzenlenmiş bir parkı olsun mu?
Kuran insanı sürekli düşünmeye, akletmeye davet etmektedir. Euripides, ‘‘İnsan endişeden yaratılmıştır,’’ demişti. Bizim kaynaklarımızda da bu felsefe bulunmaktadır. Sadi Şirazi de ‘‘insan bir damla kan ve bin endişeden ibarettir,’’ demişti. Peki, insan neyi düşüp endişe etmektedir, neyi düşünüp endişe etmelidir. Biz neyi endişe ediyoruz. Gelecek ve rızık korkusunu mu endişe ediyoruz. Varacağımız nihai yer olan, asıl yurdumuz, gerçek ülkemiz olan ahiret endişesi de var mı biz de? İşte garp toplumu bizi kendisine benzettiği için endişelerimiz de onlarınki gibi maddi ve bu dünyayla sınırlı, ufuktan yoksun endişelerdir.
İnsanın iç benliğinde öyle endişeler vardır ki o endişeler insanın asıl karakterini ortaya koyar, asıl kimliğini ele verir. Çoğu kez farkında olmadan vazgeçilmezlerini yaşatır insana. İnsanın vazgeçemedikleri karakteri ve kimliğidir, gelecek için ortaya koymak istediği hedefleridir. Peki, Müslüman insan ve toplum olarak bizim vazgeçilmezlerimiz nelerdir? Endişelerimiz nerede yoğunlaşmaktadır? Hangi kültürü inşa etmek istiyoruz. Peki, batı kültür ve kavramları ile düşünüp İslami endişe sahibi olmak mümkün mü? Bu mümkün olmadığı için endişelerimiz de maddi ve günlük konularla sınırlı kalmaktadır. Bu durum ise her yönü ile kuşatılmışlık içinde olduğumuz, her yönü ile kültürel istilaya maruz kaldığımız, her yönü ile yolun sonuna geldiğimiz, artık adeta bir İslam toplumu olmaktan çıktığımızı ifade etmektedir. Biz ruhu, anlamı ve geleceği teslim alınmış bir toplumuz aslında. Düşüncemiz ve endişemiz ise bunlar değil, sadece basit maddi kaygılarımız var. Teslim olduğunuz zaman tılsım da bozulur. Teslim olduğunuz zaman artık her şeyin sınırlarını onlar çizer, sizin söz hakkınız olmaz. Artık yönetilmeye ve köleleştirilmeye müsait hale gelirsiniz. Teslim olduğunuz zaman hayalleriniz de olmaz, kendi gök kubbeniz de, suya düşer her şeyiniz.
O halde geleceğimize, hayallerimize, kimliğimize, karakterimize, kendi gök kubbemize sahip çıkmak için garbın medeniyet ve kültüründen vaz geçmek, İslam medeniyetine, kültürüne, kendi toprağımıza dönmek zorundayız. Yoksa kendimizden vazgeçmek zorunda kalacağız. Kendimize yeni bir ülke aramayı düşünmediğimize göre geleceğimize, toprağımıza, hayallerimize sahip çıkmak zorundayız. Sadece fiili işgale kalan bu kültürel istiladan kurtulmanın yolu küresel zorbalığa karşı durmaktır. Yoksa o iflah olmaz maddi endişelerimizle bize her şeyi unutturup geriye kalan fiili işgali de gerçekleştirmekte hiçbir beis görmeyecektir sözde dostlarımız.