Rasulullah Efendimiz, hem bir peygamber, hem de bir devlet başkanı idi. Kendisi hurma yapraklarından örülmüş bir hasır ve içi lifle doldurulmuş bir yastıkta yatarken mübarek sırtlarına iz yapmış, morarmış ve Hz. Ömer bunu görünce ağlayarak “Ya Rasulallah İran Kisrası, Bizans Kayseri nehir kenarlarında şatafatlı köşklerinde altın tahtlar, ipek atlas yataklar içinde sefa sürerken sizi böyle görmek bizi üzüyor. Emredin de biz de size onlar gibisini, hatta daha alasını yapalım. Siz onlardan daha büyük, daha iyisine layıksınız…” diyor. Kainatın Efendisi kabul etmiyor.
Aynı Ömer, kendisi Medine’de halife iken kulağına gelen söylentiler üzerine Şam’a bir gece baskını yapıyor. Bürokraside değişik görevler yapan Amr b. As, Ebu Musa Eşari, Yezid b. Ebi Süfyan… gibi şahısları konaklara çekilmiş, lüks içinde, ışıklar altında bir nevi safa yaptıklarını görünce şiddetle kızıyor, “Nedir bu hal?” deyince, adı geçenler “Buranın halkına başkası sökmez, bunlar böyle idareci isterler” diyorlar. Hz. Ömer “Ben halife olarak böyle idareci istemem!” dercesine hepsini kırbaçtan geçiriyor!
Bunları niye anlatıyoruz? Malum “1000 odalı, şu kadar para harcandı, o parayla şu kadar okul, şu kadar hastane, şu kadar yurt yapılabilirdi…” denen Cumhurbaşkanlığı “Saray”ı biraz baş ağrıtacak gibi.
Kimse koca Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı veya Cumhurbaşkanı’nın dosta düşmana karşı kötü, külüstür bir binada hizmet vermesini beklemiyor. Elbette makul, ihtiyaca cevap veren, normal bir bina yapılmalı ama bu işte biraz terslikler mi var, aşırı israf mı var, onu konuşuyor herkes.
Kendisine “Cumhurbaşkanlığı Sarayı” soruluyor. Cumhurbaşkanı “savunma pozisyonunda” açıklama yaparken “Başbakanlık binasının” yol ortasında olduğunu, böyle bir binaya ihtiyaç olduğunu söylüyor. Saraya cami de yapılacağını, konferans salonu da yapılacağını söylüyor. Halbuki sorulan başka, cevap başka. Konuya tatmin edici cevap olmuyor. Başbakan hala yol ortasındaki binada oturuyor.
Başbakanlık açıklama yapıyor. Açıklamada “Demokratik seçimlerle gelenlerin buraları seçilene devredeceği” şeklinde bir cümle geçiyor. Kendisi demokratik yollarla Başbakan seçilen şahıs, “Başbakanlık” diye yapılan binaya oturamıyor. Aslında bu açıklamada ima yollu biraz serzeniş te var. Tabi pozisyon icabı “Orası benimdi, sen niye oturuyorsun?” diyemiyor.
Başbakan Yardımcısı’nın biri açıkça israf yapıldığını, harcanan paranın tartışılabileceğini söylüyor. Diğer birinin ise yıllar önce söylediği “Harun-Karun” kıyaslamasından dolayı ağzını bıçak açmıyor.
Durum bayağı bayağı sıkıntılı. Dinle imanla alakası olmayan gazeteler bile ayet-hadis yazarak hocalık yapmaya, içinde bir sürü İmam-Hatipli, İlahiyatçı, Hafız, Profesör olan AKP’lilere ders vermeye kalkıyor.
Paralel basının yazarları Lale Devri’nden, Osmanlı’nın Dolmabahçe Sarayı’nı yaptıktan sonra batmasından, dünyadaki diktatörlerin hayatı ve sonlarından bahsederek, “Bizim Pensilvanya Malikanesi’ni çok dilinize doladınız, alın size malikanenin hası” diyerek fırsatı değerlendiriyor.
Dış basın ise çok daha pervasız, ağzına geleni söylüyor…
Uzun lafın kısası, eskiler “Şerefü’l-mekan bi’l-mekin” derdi. Açıklaması “Binalar insana değer vermez, insanlar binaya değer verir!” mealinde bir söz.
Gecekondularda iftar yapmak, halkın içinde apartman dairelerinde oturmak insanı büyütüyordu ama saraylar, köşkler küçültüyor mu bilmem!?