1903’te genç Yahya Kemal, “Özgürlük ülkesi” Fransa’ya gitmek için bir vapura kaçak olarak biner. Fakat ters yüz geri döndürülme ihtimali vardır.
“Gelişmelerden haberdar olan gemi yolcularına kararlılığını göstermek için vapurdaki dönme gençleri ve diğer Türkleri hayrette bırakacak bir davranışta bulunur: Bir Müslüman gencinin şapka giymesinin en müthiş olduğu o senelerde Etianne Flage’nin bir şapkasını giyip yolcular arasında dolaşmaya başlar.”(Yahya Kemal Beyatlı; Alim Kahraman, Şule Yayınları, sh.44)
Şapka takmak uğruna keskin mücadeleler verilir kimi zaman; aksi de varittir, o zaman her iki anlamda da terk-i diyar edilebilir.
Bazen Paris’e değil Newyork’a sığınılır. Namık Kemal’in torunu Selma, Amerika dönüşünde Türkiye duygularını şöyle ifade eder:
“,.Rıhtımda ansızın kep giyen bazı denizciler gördüğümde, heyecanlı gözlerle ailemi arıyordum. İrkildim. Yoksa İtilaf devletleri hâlâ İstanbul’da mıydılar? Ama bu siperlikli şapkaları giyenler Türk subayları olamazdı(…)
“Ama onlar Türk subayları” diye cevap verdi Beraat, “artık şapka giyebiliyorlar, istiyorsan sen de giyebilirsin.”
“Bu, Newyork’un harikalarından bile daha inanılmaz gibi geldi bana. Kendimi o ezelî peçe sorunuyla mücadeleye hazırlamıştım ve şimdi bana şapkayı huzur içinde giyebileceğimi, bunu yaparsam yeni hükümetin memnun bile olacağını söylüyorlardı!(..)
Türkiye, Doğu’nun ehlileştirdiği ve yumuşattığı bir Amerika’ydı.”(Selma Ekrem, Peçeye İsyan, Anahtar Kitaplar sy.294-295)
Modernlik kadın üzerinde daha farklı ve seçkin görülür.
Cahit Uçuk anılarında; akrabası Hadiye Hanım’ın, bir açık hava gazinosuna dair izlenimlerine yer verir:
“Orada daha çok kadınlı erkekli Hıristiyanlar oturtur, kahve, çay ve içki içerlerdi. Türk kadınlarının öyle kahvelere, lokantalara gitmeleri olanaksızdı. Bir masada tek başına oturan genç bir kadın dikkatini çekti. Güzeldi, şıktı; başına meyvelerle süslü bej rengi, geniş kenarlı bir şapka giymişti. Elinde sayfaları açık bir kitap okurken bir yandan da öndeki kaşkaval(kaşar, Rumeli dilinde kaşkavaldır) peyniri ve pembecik kenarlı bir francaladan birer lokma yiyor ve kocaman saplı bir bardaktan üstü köpüklü bira içiyordu. Hadiye’nin ilgisini en çok bu bira çekmişti.” Ki eve varır varmaz “bira” isteyecekti.(Cahit Uçuk, Bir İmparatorluk Çökerken, YKY, sy.130-131)
Prof. Dr. Ümit Meriç, annesi öğretmen Fevziye Meriç’ten bahsederken; aydınımızın, Türkiye’nin modernleşme fotoğraflarını da (ele) verir:
“Annemin yirmi kadar vesikalık fotoğrafını yıllara göre bir albüme dizdim. 1916’larda Kandilli Kız Lisesi öğrencisiyken ince siyah bir eşarbı saçlarını göstermeyecek şekilde kulaklarının altından geçirip ensesinde bağlamış. Dârülfününda öğrenci olduğu yıllarda ise artık örtü kalkmış, tüllü küçük şapkalar var başında…35’lerde öğretmen olarak Sivas ya da Bilecik’te bulunduğu zaman geniş kenarlı fötr şapka. Babamla çektirdiği ilk resimlerde ise başında ne örtü var, ne de şapka. İri dalgalı saçlarının altından gülümseyerek bize bakıyor. Annemin başının örtüsü İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçen Türkiye’nin İstanbul’unda giderek küçülüyor, sonunda da tebahhur edip uçuyor.”(Ümit Meriç, İçimdeki Cennete Yolculuk, Etkileşim Yay. Sh. 37)
Şapka tarihinde ne değerli başlar vardır. Tabii aksi de varittir.. Bazen insan varlığı erir, sallanır, ortada kuru şapka kalır.
Devrimlere şapka imza atar. Şapkanın siperi; yıldırımlardan, yangınlardan, afetlerden, irticaî güneşlerden korur.
Mamafih, farklı uygulamalar da göze çarpar; Mustafa Armağan anlatır:
“Hatay’da bağımsız bir Türk devletinin 1938’de kurulmasından önce ne harf devrimi yürürlüktedir, ne şapka inkılâbı. Fakat mücadele sırasında Türk yöneticiler, ısrarla şapka giyerler. Bunu bir kimlik meselesi haline getirirler adeta. Türk olmanın alamet-i farikası şapka giymektir, noktasına götürürler işi. Buna mukabil o zamana kadar şapka giyen Hıristiyanlar, Türklere inat, farklılıklarını sergilemek amacıyla fes giymeye başlarlar ve Türklerin şapkalarının yırtılma hadiselerine rastlanır zaman zaman.” (Cemil Meriç, Düşüncenin Gökkuşağı; Haz. Mustafa Armağan, İst: Etkileşim Yay. 2006, sh.36)
Bazen şapkanın altında “oynatmış bir kafa” vardır. Kafa oynar, şapka oynar; içinde kız-gelin “huni” oynar.
Çocukluğumuzun genç kirazlı şapkalarında ise; resmen şapkadan meyve toplarız; “kırmızı başlıklı kız” olarak ormana “kurt avlamaya” dalarız ve çıkışta.. büyürüz.
Değişik örnekler sanatta da görülür. Maksatlar ve yüklenilen anlam, vurgu başka olsa da envai çeşit şapka resmi geçit yapar; şapka taçlaşır, adamı kral yapar; Hoca’nın değil, Mr. Nasreddin’in kürküne de benzer.
Türk filmlerinde de, sosyal gidişe uygun benzer bir tablo sergilenir, köylü-taşralı kız önceleri eşarpladır. Medenileştikten sonra, eşarp atılır, şapkaya tahvil olur. “Kezban Roma’da” artık “şapkalıdır”.
“Turist Ömer’in Şapkası”, gezgin, yersiz yurtsuz, terekesiz, şapkasından başka variyeti olmayan bir dünya vatandaşını imler.
Doğudan batıdan edebî eserlere; şapka değişik vesilelerle girer. Esasen “belalı”, başı tehlikeye sokabilecek bir simgedir.
Meşhur Cyrano de Bergerac; “...canı isteyince şapkayı ters giymekten” söz eder. Kanaatkârlığın, hürlüğün, müdahale etmemenin bir sonucu olarak…(Edmond Rostand, Cyrano de Bergerac)
“Ismarlamadır elbisem, pardesüm;
Her ayağa göre değil kunduram;
Bu kıravat ben bağladıkça güzeldir;
Bu şapkayı kimse böyle giyemez.” derken “Tereke” isimli şiirinde Cahit Sıtkı Tarancı; sadece ölüm sonrası kimsesizliğini, garip kalan eşyalarını değil bir kimliğin benzemezliğini, özgünlüğünü de konuşturur şüphesiz. (Cahit Sıtkı Tarancı; Seçmeler, 1971)
Şapkanın altındaki önemlidir. Dallı budaklı bir sırıkta, bostan korkuluğu da olabilir.
Arif Nihat Asya, zalimin elindeki/başındaki şapkaya işaret eder; “Gesler’in Şapkası’nda”:
“Düşünemez başka türlü
Yoldaşında oynaşında:
Sırığa diktiğin başlık
Ha sırıkta, ha başında” (Kundaklar, Didakta Yay., 1969, sh.93)
Bir başka Cahit, Cahit Zarifoğlu; “Göğe yaslanan şapkadan” söz eder (Cahit Zarifoğlu Yürek Safında Bir Şair; Kaknüs Yayınları, sh. 294, 2003).
Başı göğe değen adamların, baş(lığ)ı da farklıdır. Kimileri semaya yaslanır.
Şapkayla bazen selâm durulur ama…
“Şapkamı düzelttim, kendilerine selâm verdiğimi zannettiler.” Oysa sebep başkadır. (Arif Nihat Asya, Kubbeler, Ötüken Yayınevi, 1976, sh. 240)
Ayrıca şapka kolayca düzeltilebilir ama kafa için aynı hususu söyleyemeyiz.
Kimi zaman; fes-çarık-sarık el çabukluğuyla şapkaya dönüştürülür; “hilekâr ve hesapçı bir şapkanın” öncekilere dönüşüp görüneceği gibi. Bu da bir çeşit başı medeniyete/göğe –gök görmedik- ermedir.
Batı, iyi bir “şapka satıcısıdır”. Pazarlamak istediği kültür bir şapka baş(lığının) içine, altına toplanmıştır.
Şapka acaba, bir incel(t)me – inceldiği yerden kopsun- veya Batılılığı gösterme işareti midir?
“Garabete düşmeden iddia edilebilir ki, büyük bir hareket medeniyeti olan Avrupa medeniyeti çerçevesinde şeklin fikirden fazla ehemmiyeti vardır. Kafası ne olursa olsun bir insanın Avrupalı unvanına hak kazanmak için mutlaka sırtında bir ceketi, ayağında bir pantolonu ve başında şu veya bu biçimde bir şapkası olmak lazım. Bu hazin ve renksiz kıyafet, medeniyetin üniformasıdır.” der Ahmet Haşim; şapkalar bazen gizlense, içselleşse de…
Önemli bir dünya meselesi olan; Batılı efendilerinin başına geçirdiği deve derisine el sürdürmeyip, köle kafasına dokutturmayan “mankurtlar” ise “..şapkalarını başından hiç çıkartmaz, gece gündüz onunla yatıp kalkarlar” (Prof. Dr. Nurullah Çetin, Günümüz Mankurtlaştırılmış Türklerine Cengiz Aytmatov Uyarısı; Edebiyat Otağı Dergisi; sayı: 36)
Ya kasket giymek ehven midir? Ki umûmiyetle köylü, avam işidir.
Cemal Süreyya, Orhan Veliden için “Şiirimize kasket giydiren adam” benzetmesini yapmıştır. (İsmet Özel, Çenebazlık, Şule Yay. Sf. 87)
Böylece edebiyatımızın da kasketlisi, fötrlüsü, feslisi, smokin ve (baldırı) çıplağı olmuştur; gardıroplar dolmuş boşalmıştır.
Şapka bazen külaha dönüşmüştür. Altından tavşan mı civciv mi ne fırlayacağı belli değildir.
Bazı eşhasın şapkasının altı, çiçekle doludur; yeryüzüne atar durur.
Gene şapkanın kapsadığı varlık alanı kimilerine bazen külahı ters giydirebilir. Şeytancık külahıyla masum ve mahzun gelir.
Belki de dünya; sihirbaz külahından çıkan bir “okus pokus” yutturmacısı, devasa bir şapkadır.
Fakat bu zamanda en iyisi, salimi kadın erkek, çoluk çocuk başı açık hür ve müreffeh, çağdaş(!) gezmektir.
Şapka takmak uğruna keskin mücadeleler verilir kimi zaman; aksi de varittir, o zaman her iki anlamda da terk-i diyar edilebilir.
Bazen Paris’e değil Newyork’a sığınılır. Namık Kemal’in torunu Selma, Amerika dönüşünde Türkiye duygularını şöyle ifade eder:
“,.Rıhtımda ansızın kep giyen bazı denizciler gördüğümde, heyecanlı gözlerle ailemi arıyordum. İrkildim. Yoksa İtilaf devletleri hâlâ İstanbul’da mıydılar? Ama bu siperlikli şapkaları giyenler Türk subayları olamazdı(…)
“Ama onlar Türk subayları” diye cevap verdi Beraat, “artık şapka giyebiliyorlar, istiyorsan sen de giyebilirsin.”
“Bu, Newyork’un harikalarından bile daha inanılmaz gibi geldi bana. Kendimi o ezelî peçe sorunuyla mücadeleye hazırlamıştım ve şimdi bana şapkayı huzur içinde giyebileceğimi, bunu yaparsam yeni hükümetin memnun bile olacağını söylüyorlardı!(..)
Türkiye, Doğu’nun ehlileştirdiği ve yumuşattığı bir Amerika’ydı.”(Selma Ekrem, Peçeye İsyan, Anahtar Kitaplar sy.294-295)
Modernlik kadın üzerinde daha farklı ve seçkin görülür.
Cahit Uçuk anılarında; akrabası Hadiye Hanım’ın, bir açık hava gazinosuna dair izlenimlerine yer verir:
“Orada daha çok kadınlı erkekli Hıristiyanlar oturtur, kahve, çay ve içki içerlerdi. Türk kadınlarının öyle kahvelere, lokantalara gitmeleri olanaksızdı. Bir masada tek başına oturan genç bir kadın dikkatini çekti. Güzeldi, şıktı; başına meyvelerle süslü bej rengi, geniş kenarlı bir şapka giymişti. Elinde sayfaları açık bir kitap okurken bir yandan da öndeki kaşkaval(kaşar, Rumeli dilinde kaşkavaldır) peyniri ve pembecik kenarlı bir francaladan birer lokma yiyor ve kocaman saplı bir bardaktan üstü köpüklü bira içiyordu. Hadiye’nin ilgisini en çok bu bira çekmişti.” Ki eve varır varmaz “bira” isteyecekti.(Cahit Uçuk, Bir İmparatorluk Çökerken, YKY, sy.130-131)
Prof. Dr. Ümit Meriç, annesi öğretmen Fevziye Meriç’ten bahsederken; aydınımızın, Türkiye’nin modernleşme fotoğraflarını da (ele) verir:
“Annemin yirmi kadar vesikalık fotoğrafını yıllara göre bir albüme dizdim. 1916’larda Kandilli Kız Lisesi öğrencisiyken ince siyah bir eşarbı saçlarını göstermeyecek şekilde kulaklarının altından geçirip ensesinde bağlamış. Dârülfününda öğrenci olduğu yıllarda ise artık örtü kalkmış, tüllü küçük şapkalar var başında…35’lerde öğretmen olarak Sivas ya da Bilecik’te bulunduğu zaman geniş kenarlı fötr şapka. Babamla çektirdiği ilk resimlerde ise başında ne örtü var, ne de şapka. İri dalgalı saçlarının altından gülümseyerek bize bakıyor. Annemin başının örtüsü İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçen Türkiye’nin İstanbul’unda giderek küçülüyor, sonunda da tebahhur edip uçuyor.”(Ümit Meriç, İçimdeki Cennete Yolculuk, Etkileşim Yay. Sh. 37)
Şapka tarihinde ne değerli başlar vardır. Tabii aksi de varittir.. Bazen insan varlığı erir, sallanır, ortada kuru şapka kalır.
Devrimlere şapka imza atar. Şapkanın siperi; yıldırımlardan, yangınlardan, afetlerden, irticaî güneşlerden korur.
Mamafih, farklı uygulamalar da göze çarpar; Mustafa Armağan anlatır:
“Hatay’da bağımsız bir Türk devletinin 1938’de kurulmasından önce ne harf devrimi yürürlüktedir, ne şapka inkılâbı. Fakat mücadele sırasında Türk yöneticiler, ısrarla şapka giyerler. Bunu bir kimlik meselesi haline getirirler adeta. Türk olmanın alamet-i farikası şapka giymektir, noktasına götürürler işi. Buna mukabil o zamana kadar şapka giyen Hıristiyanlar, Türklere inat, farklılıklarını sergilemek amacıyla fes giymeye başlarlar ve Türklerin şapkalarının yırtılma hadiselerine rastlanır zaman zaman.” (Cemil Meriç, Düşüncenin Gökkuşağı; Haz. Mustafa Armağan, İst: Etkileşim Yay. 2006, sh.36)
Bazen şapkanın altında “oynatmış bir kafa” vardır. Kafa oynar, şapka oynar; içinde kız-gelin “huni” oynar.
Çocukluğumuzun genç kirazlı şapkalarında ise; resmen şapkadan meyve toplarız; “kırmızı başlıklı kız” olarak ormana “kurt avlamaya” dalarız ve çıkışta.. büyürüz.
Değişik örnekler sanatta da görülür. Maksatlar ve yüklenilen anlam, vurgu başka olsa da envai çeşit şapka resmi geçit yapar; şapka taçlaşır, adamı kral yapar; Hoca’nın değil, Mr. Nasreddin’in kürküne de benzer.
Türk filmlerinde de, sosyal gidişe uygun benzer bir tablo sergilenir, köylü-taşralı kız önceleri eşarpladır. Medenileştikten sonra, eşarp atılır, şapkaya tahvil olur. “Kezban Roma’da” artık “şapkalıdır”.
“Turist Ömer’in Şapkası”, gezgin, yersiz yurtsuz, terekesiz, şapkasından başka variyeti olmayan bir dünya vatandaşını imler.
Doğudan batıdan edebî eserlere; şapka değişik vesilelerle girer. Esasen “belalı”, başı tehlikeye sokabilecek bir simgedir.
Meşhur Cyrano de Bergerac; “...canı isteyince şapkayı ters giymekten” söz eder. Kanaatkârlığın, hürlüğün, müdahale etmemenin bir sonucu olarak…(Edmond Rostand, Cyrano de Bergerac)
“Ismarlamadır elbisem, pardesüm;
Her ayağa göre değil kunduram;
Bu kıravat ben bağladıkça güzeldir;
Bu şapkayı kimse böyle giyemez.” derken “Tereke” isimli şiirinde Cahit Sıtkı Tarancı; sadece ölüm sonrası kimsesizliğini, garip kalan eşyalarını değil bir kimliğin benzemezliğini, özgünlüğünü de konuşturur şüphesiz. (Cahit Sıtkı Tarancı; Seçmeler, 1971)
Şapkanın altındaki önemlidir. Dallı budaklı bir sırıkta, bostan korkuluğu da olabilir.
Arif Nihat Asya, zalimin elindeki/başındaki şapkaya işaret eder; “Gesler’in Şapkası’nda”:
“Düşünemez başka türlü
Yoldaşında oynaşında:
Sırığa diktiğin başlık
Ha sırıkta, ha başında” (Kundaklar, Didakta Yay., 1969, sh.93)
Bir başka Cahit, Cahit Zarifoğlu; “Göğe yaslanan şapkadan” söz eder (Cahit Zarifoğlu Yürek Safında Bir Şair; Kaknüs Yayınları, sh. 294, 2003).
Başı göğe değen adamların, baş(lığ)ı da farklıdır. Kimileri semaya yaslanır.
Şapkayla bazen selâm durulur ama…
“Şapkamı düzelttim, kendilerine selâm verdiğimi zannettiler.” Oysa sebep başkadır. (Arif Nihat Asya, Kubbeler, Ötüken Yayınevi, 1976, sh. 240)
Ayrıca şapka kolayca düzeltilebilir ama kafa için aynı hususu söyleyemeyiz.
Kimi zaman; fes-çarık-sarık el çabukluğuyla şapkaya dönüştürülür; “hilekâr ve hesapçı bir şapkanın” öncekilere dönüşüp görüneceği gibi. Bu da bir çeşit başı medeniyete/göğe –gök görmedik- ermedir.
Batı, iyi bir “şapka satıcısıdır”. Pazarlamak istediği kültür bir şapka baş(lığının) içine, altına toplanmıştır.
Şapka acaba, bir incel(t)me – inceldiği yerden kopsun- veya Batılılığı gösterme işareti midir?
“Garabete düşmeden iddia edilebilir ki, büyük bir hareket medeniyeti olan Avrupa medeniyeti çerçevesinde şeklin fikirden fazla ehemmiyeti vardır. Kafası ne olursa olsun bir insanın Avrupalı unvanına hak kazanmak için mutlaka sırtında bir ceketi, ayağında bir pantolonu ve başında şu veya bu biçimde bir şapkası olmak lazım. Bu hazin ve renksiz kıyafet, medeniyetin üniformasıdır.” der Ahmet Haşim; şapkalar bazen gizlense, içselleşse de…
Önemli bir dünya meselesi olan; Batılı efendilerinin başına geçirdiği deve derisine el sürdürmeyip, köle kafasına dokutturmayan “mankurtlar” ise “..şapkalarını başından hiç çıkartmaz, gece gündüz onunla yatıp kalkarlar” (Prof. Dr. Nurullah Çetin, Günümüz Mankurtlaştırılmış Türklerine Cengiz Aytmatov Uyarısı; Edebiyat Otağı Dergisi; sayı: 36)
Ya kasket giymek ehven midir? Ki umûmiyetle köylü, avam işidir.
Cemal Süreyya, Orhan Veliden için “Şiirimize kasket giydiren adam” benzetmesini yapmıştır. (İsmet Özel, Çenebazlık, Şule Yay. Sf. 87)
Böylece edebiyatımızın da kasketlisi, fötrlüsü, feslisi, smokin ve (baldırı) çıplağı olmuştur; gardıroplar dolmuş boşalmıştır.
Şapka bazen külaha dönüşmüştür. Altından tavşan mı civciv mi ne fırlayacağı belli değildir.
Bazı eşhasın şapkasının altı, çiçekle doludur; yeryüzüne atar durur.
Gene şapkanın kapsadığı varlık alanı kimilerine bazen külahı ters giydirebilir. Şeytancık külahıyla masum ve mahzun gelir.
Belki de dünya; sihirbaz külahından çıkan bir “okus pokus” yutturmacısı, devasa bir şapkadır.
Fakat bu zamanda en iyisi, salimi kadın erkek, çoluk çocuk başı açık hür ve müreffeh, çağdaş(!) gezmektir.