Bir baba oğlu ile Rahman suresini dinlemektedir.
78 ayetten oluşan sure içerisinde 31 defa tekrar edilen “Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?” ayetini duyunca çocuk, babasına sormadan edemez; “Baba, Allah neden sürekli aynı şekilde bize seslenmiş, ayet göndermiş?”
Böyle bir soru ile karşılaşacağını tahmin etmeyen baba vereceği cevabı düşünürken oğlu hemen kendi sorusuna o düşündürücü cevabı verir; “Çünkü insanlar asla tek seferde anlamıyorlar, değil mi?”
İnsanoğlu yaratılış gereği hakikaten çok acayip ve garip bir varlık.
Bir bakıyorsun her şeyi tek seferde anlamış, idrak etmiş, çözmüş ve gereğini yapıyor.
Bir bakıyorsun bin kere anlatsan da jeton düşmüyor.
Döneminin en alim kişilerinden birisi olarak bilinen Ebu Cehil’e Efendimiz (SAS) rivayetlere göre yüz küsur kere gitmiş olsa da o jeton düşmedikten sonra iman etmiyor işte insan.
Bu tabi biraz da nasip ile ilgili.
Ama burada da dinimizin ve ananelerimizin metodu oldukça açık; “Deveyi bağla, ondan sonra tevekkül et!”
Yani sen yapman gerekeni yap, ondan sonra gerisini Allah’tan bekle. Ama önce o gereğini bir yap!
Veya daha “magazinsel” bir tabir ile, “Biz seferden sorumluyuz, zaferden değil!”
Çocuklarımızın yetişme çağını hatırlayın. Veya kendi çocukluğunuzu. Bir şey yüz kere söylense dahi yapılmıyor olabilir, değil mi?
“Çocuk aklı işte!” diye söyleriz, geçiştiririz ekseriyetle.
Ama her ne olursa olsun, evladımıza o yanlış hareketini düzeltmesi için sürekli telkinde bulunuruz. Asla vazgeçmeyiz. Ve dahi diğer insanlarla uğraşırken unuttuğumuz çok önemli bir hasleti de kendi evlatlarımız söz konusu olunca yaparız. Yani dua ederiz evladımızın düzelmesi için.
Efendimiz (SAS) de aynını yapmıyor muydu?
Ebu Cehil’in kapısına kaç kere gitmişti.
Ve Ebu Cehil Efendimiz’e (SAS) ne zulümler etmişti.
Tepesinden deve işkembe dökmesinden tutun da mübarek dişlerini kırılmasına vesile olmasına, yollarına dikenler sermesine ve dahi suikastle öldürmek istemesine.
Buna rağmen Efendimiz (SAS) sürekli davet için gitti Ebu Cehil’in kapısına ve dahi dua etti kendisi için; “Allah’ım! İki Ömer’den bir tanesini İslam ile müşerref eyle!”
Bu kadar teşhis yeter herhalde. Günümüze dönme zamanı.
Hayatımız içerisinde birçok kişi ile, kurum ile, düşünce ile uğraştığımızı düşünüyoruz. Ancak bir numaralı örneğimizin, önderimizin davranış biçimine baktığımız zaman acaba gerçekten biz samimi bir şekilde bazı şeyleri düzeltmeye veya düzenlemeye çalışıyor muyuz?
Evlatlarımızı, birinci derece akrabalarımızı bir kenara koyalım. Aslında bu grupta da ciddi sıkıntı yaşayanlar var ama neyse.
Çok sevdiğimiz bir arkadaşımız için, ikinci veya üçüncü derece akrabalarımız için, mensubu olduğumuz STK’lar için yukarıdaki gibi kaçımız davranış sergileyebiliyoruz?
Kaçımız bir dostumuzun kapısına, onu düzeltmek veya onun derdine çare bulabilmek için on kere gitti? Gittiyse bile kaçımız onun için gece ağlayarak dua etti?
Bu ümmet, ülkemiz, şehrimiz, ilçemiz, mahallemiz, sokağımız, ailemiz elbette düzelir.
Gazze ve Doğu Türkistan ve Keşmir ve diğer zulüm gören coğrafyalar elbette kurtuluşa erer.
Ancak bu bizim bu dediklerimizi gerçekten istememiz ve ona göre davranışlar sergilememizden geçer. Laf ile peynir gemisi yürütülemeyeceğini kaç kere daha deneriz, bilemem. Ama buna örnek olmamak adına tüm gücümüzle çalışmak aslolan görevimizdir.
İddianın ispat gerektirdiği gerçeğini düşünerek, ağzımızdan çıkan her sözü yapma ve ona uygun hareket etme zaruriyetimizdir bu sorunların tamamının çözümü.
Hadi bakalım.
Buyurun samimiyet testine…