Salıver Gitsin!

Esat Ergener

Meşhur bir Konya atasözü var, bilirsiniz.

“Salıver gitsin!..”

Bu sözün etimolojisini araştırmaya kalksak, muhtemelen bir kitaba sığacak kadar felsefi yazılar serisi oluşturabiliriz.

Zira bu sözde başkaldırı, boş vermişlik ve insanlara güvenmemenin gerekliliğini en sade biçimde anlatma durumu vardır.

Ancak, aslında kimsenin düşünmediği veya düşünmek istemediği bir anlatım daha vardır. O da insanoğlunun bu dünyayı nasıl çirkinleştirdiğidir kanaatimce.

Üniversite yıllarımızda, bir ev arkadaşımızın hevesinden ötürü, evimizde bukalemun beslemeye başlamıştık. Okulda sinek avlar, plastik su şişelerine koyar, getirip eve salardık. En sevdiği yiyecekti sinekler çünkü. Ya da biz öyle sanıyorduk. Normal besinle beslemek zararlı demişlerdi bir de, ne kadar doğru bilemem…

Bir gün, yanlışlıkla ayağı kapıya sıkıştı.

Bukalemunların renk değiştirme hususundaki ustalığını o zaman gördük. Zira birkaç gün, tüm uğraşlarımıza rağmen bulamadık.

Sonra herkese bir görev verdik ve en sevdiği yiyeceği, yani sinekleri avlamak için. Herkes seferber oldu, tutabildiği kadar sineği yakalayıp getirdi.

Akşam eve gelince saldık, bizimkinin de karnı acıkmıştı. Sinekleri avlarken yerini tespit ettik, veterinere götürdük ve tedavi ettirdik. Ancak bazı hayvanların bu tür sakatlıklara karşı hassasiyeti olduğundan, bir süre sonra öldü hayvancağız.

Evde altı kişi kalıyorduk. Görevlerimiz icabı, evimiz aynı zamanda merkez evdi ve merkezi bir yerdeydi. Yani misafirimiz de eksik olmazdı. Ancak, altı kişi ve gelen onlarca misafir, bir bukalemuna dahi bakamadık. Belki de hayvana acı çektirdik ve ölümüne vesile olduk.

Evcil hayvanları çok severim ama her defasında bu sebepten ötürü beslemeyi ve bakmayı bırakmak isterim. Ne yaparsanız yapın, doğal ortamında olmayan canlılardan bahsediyoruz. Ve ne yaparsanız yapın, o hayvanı asıl mekanındaki o rahatlığa ve konfora ulaştıramayacaksınız.

Oysa olaya bir de şu yönden bakmak lazım.

Dünya üzerinde yaşayan 80’den fazla bukalemun türü var. Gerçekte sayıları belki on milyonlardır. Ama her biri -pekâlâ- hayatını idame ettiriyor ve bizim bakıcılığımızdakinden çok daha konforlu haldeler.

Yılkı atlarına bakın mesela.

Gece dinlenmeye çekilir hepsi.

Sabah aç uyanırlar. Ama dert etmezler, zira rızıkları yazılıdır. Meraklanmazlar, umutsuzluğa ve yese kapılmazlar. Dolaşır, dağları aşar, meraları bulurlar. Rızıklarına ulaşır, otlarını yer, sularını içerler.

Ve sonra bir bakarsınız ki, sizin baktığınız hayvanlardan kat be kat daha iyi durumdadırlar.

Tüyleri ne kadar parlak ne kadar sağlıklıdır.

Baktıkça bakasınız gelir ve dahi atlara aşık olma sebebinizdir o yılkılar.

Ama eğer bir insan eli değerse o atlara, tüylerindeki parlaklık gider. O görüntülerinden de eser yoktur. Asla o yılkılar kadar sağlıklı da olmazlar.

Oysa her gün tımar edilir, özenle bakımları yapılır.

Güya…

Unuttuğumuz ise, asıl sahibi bakmadığından, insanoğlu bakıcılığını üstlendiğinden dolayı, o hayvanlar mükemmeliyetini yitirir.

Yani demem o ki, aslında salıverme eylemi biraz da hayat felsefemiz olmalı.

Düşünmek, didinmek, sürekli bir çaba içinde olmak, kavga etmek...

Nereye kadar sürecek ki bu?

En nihayetinde götüreceğimiz birkaç metre bez parçası değil mi? Bir de hayırlı ve salih amellerimiz.

Peki neden böyleyiz dersiniz?

Ben söyleyeyim size, aslı unuttuğumuzdan ve rızık endişesine düşmemizden.

Halbuki Allah tekeffül etmiş, kefil olmuş.

"Ben her canlıya ölmeyeceği kadar rızkını vereceğim!" diye.

İşte burası bam teli, zurnanın zırt dediği yer, hayatın anlamı, yaşamın sırrı ne derseniz.

Siz üzerinize düşeni yapın ve salıverin gitsin...

Allah nasılsa yoluna koyar.

Siz ondan daha iyi yapacağınızı düşünüyorsanız da imanınızı bir sorgulayın!

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.