Yönsüz, flu, belirsiz, silik, hatta saydam; yani varlıktan daha ziyade yoklukla vücuda gelmiş -ya da gelmemiş- sesler ve sözler uçuşuyor etrafımda. Kulaklarımın civarinda. Bini bir para. Her telden.
Öyle kuru bir gürültü...
Toplasan mantıklı tek bir cümle etmez, çıkmaz, kesin bir yargı falan ne demek, öyle mantıklı şeyler belirtmez, ifade etmez, belki buna tenezzül etmez, belki de güç yetiremez, işte öyle, hiç bir şey bildirmez, ancak 3 yaşındaki bir çocuğun kurabileceği kadar saçma ve karmaşık cümlesi; gürültüyü oluşturan seslerin hepsi.
Bunun için gürültü yerine uğultu sözcüğünü kullanmalıyım belki de hatta. Hak ettiği silikliği, kişiliksizliği ve aşağılık hali daha iyi ifade edebilmek ve hakkını verebilmek için ona.
Oysa kelimelerin ve cümlelerin gücü, etkisi ve anlamı olmalıydı. Ağırlığı. 'Lafın ağırlığı'
diye bir şey yok muydu? Onlari dile getiren failler; kadınlar ve erkekler, söylediklerinin arkasında duracak kadar, sözcüklerin içini dolduracak ve tüm ağırlığıyla onları varlık sahnesine koyacak kadar güçlü, muktedir ve tüm bunlari 'yapmaya' haiz ve yetkin olmalılardı.
Başkalarından -dış faktörlerden- üst düzeyde etkilenen, hassas, naif, edilgen ve kırılgan halim beni yavaş yavaş terk ediyor gerçi, yıllar içinde. Tecrübe zaten, kalple olan bağlantının dış etmenlerce bir şekilde baltalanıp kesintiye uğratılması değil midir, saflığın bitirilmesi?
İşte o saflık ve getirip bıraktığı doğal sonuç olan korunmasız ve savunmasız hal, yerini umursızlığa ya da kabullenişe bırakıyormuş gerçekten de. Söylerlerdi de inanmazdım. Meğer doğruymuş. Öyle oluyormuş. Umursamazlık ve kabullenmek, gerçekten de bünyenin kendiliğinden geliştirdiği savunma mekanizmalarındanmış. Fakat yine de, o uğultuyu hala duyan/duyabilen kulaklarım, henüz olması gerektiği kadar sağırlaşamadı daha. Hala... Hala, rahatsızım o senkronsuz, ritimsiz ve içinde hiç bir melodi barındırmayan boş sözlerden, seslerden. İşte kabullenme ya da umursamama mekanizması, burada devre dışı kalıyor. Kabullenemiyorsunuz da, umursuyorsunuz da. Paşa paşa...
Bu uğultudan nasıl kurtulabilirim diyorum o halde, nereye kaçmalıyım peki? Bir masa saatindeki tık tık eden saniye sesi bile beni uyutmuyorken, o saatin pilini çıkartmak ya da onu alıp, dolabın en arka tarafına saklamak mümkün. Fakat karşımda, doğrudan canıma susamış ve ic huzuruma kast eden sesler ve sözler varken, "Susun!" diye onlara bağırıp haykırmak da bir işe yaramazken, insanlarin ve kahpe sözlerinin arasına karışmak, onları duymak, onlara maruz kalmak daha doğrusu, tam bir gözü karalık hatta gözü dönmüşcesine bir cahil cesareti işi diye, hep demişimdir. En güzeli münzevilik ve izolasyondur, o halde. Fakat ne mümkün?
Mecburen insan içine karışmak gerekiyor. Yaşamanın 'kaçınılmaz' tarafı... Ağızlarının içlerinde taşıdıkları kırbacı her şaklattıklarında, onları sanki onlara inanıyor ve hatta güveniyormuşsunuz gibi dinlemeniz icap ediyor. Kulaklarınızdaki uğultunun bir an olsun dinmesine mahal vermemek için, kendi aralarında söz birliği etmişler gibi, yine hepsi yalanlarına ve boş sözlerine bir başlıyorlar ki, o varlıksız, saydam, flu ve belirsiz uğultu hiç dinmesin, kulaklarımın civarında.
Sağırlaşmak ümidiyle...