Osmanlı’nın Çöküş Dönemine Dair Gizli Notlar

Hüzeyme Yeşim Koçak


İsviçreli Lui Ramber, Osmanlının önemli bir buhran devresinde, “Türkiye’de malî ilgileri olan bazı müesseselerce İstanbul’a gönderilen” Anadolu Kumpanyası, Osmanlı Bankası Müdürlükleriyle, Reji Genel Müdürlüğü* gibi görevler üstlenmiş ve Türkiye’de uzun yıllar kalan bir zat.

Çöküş dönemindeki Osmanlıyla alâkalı; 1895-1905 arası tuttuğu notlar, günlüğü, siyasi dini kültürel gözlemler, izlenim ve tespitler, kimi devlet adamlarına dair portreler, cemiyet hayatındaki yozlaşma “Gizli Notlar” adıyla kitaplaştırılmış. Değerli bilgiler, hatıralar bunlar.

Tarihçi değiliz, yazarın bazı ifadeleri ihtiyatla karşılanabilir, Avrupai(!) bakış açısını, hatta hemen sırıtan üstenci cümlelerini de göz önüne alıyoruz. Ancak çizmiş olduğu bir takım tabloların günümüzdekilerle şaşırtıcı benzerliğini; önemli hastalık ve politik arızalarımızın en derin şekilde devam ettiğini, hazin sürüklenişleri nasıl inkâr edebiliriz.

Eğitimci, yazar İbrahim Alâeddin Gövsa konuyla ilgili “Eserden çıkarılacak önemli bir derste, milletlerin harîm-i ismetlerine dâhil olmaları hasebiyle, yabancı uzman çalıştırmanın mahzurdan hâli olmadığı ve mecburiyet bulunmadıkça istihdam edilmemeleri gerçeğinin ve bazı kurumların idaresinin yabancı şirket ve müesseselerin temsilcilerine bırakılmasının acılığının ve sakıncalarının bir kez daha ortaya çıkmasıdır” demektedir.(kaynak: İnternet)

Nitekim Saray her para isteyişinde, yabancılar tarafından şartlar ortaya konulacaktır:

“25 Kasım 1899

Hazine hâlâ bomboştur. Ay başından itibaren böyle vakit geçirildi(…)Düyun-u Umumiye**, şimendifer kefalet akçelerine tahsis edilmiş olup eyalet memurları tarafından aşırılmış olan 40 bin liralık âşar tahsilatının hemen toplanması şartıyla 100 bin liralık bir borç vermeye razı oldu. Bu paralarla günü gününe geçiniliyor. Çok belirli borçlar ödeniyor. Fakat para kasaya girer girmez eriyor. Sekiz günden beri hükûmet kendisine 300 bin liralık bir avans vermemizi istiyor. Nihayet kabul edeceğiz. Fakat Suriye şimendiferlerinin inşası hakkındaki yeni projemizin tasvip edilmesini ve bu suretle Beyrut-Şam hattının kurtarılmasını şart koşacağız (Lui Ramber, Gizli Notlar, Baskıya Hazırlayan: Niyazi Ahmet Banoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser, s. 48)

“Dün(…) herkesin maaşının zamanında verilmesi hakkında bir Padişah iradesi yayınlandı. Yalnız Zat-ı Hazret-i Padişahî, maaşların hangi para ile verileceğini irade buyurmuyorlar. Ve gelirin arttırılmasının da gerekli olduğu bildiriliyor. Fakat bunun ne suretle olacağı beyan buyrulmuyor. Bunların neticesi bir takım komisyonlar kuruluyor, nihayetsiz ve faydasız müzakereler cereyan ediyor. Dün Harbiye nazırı ile bu konu etrafında görüşmüştüm. Kendisine anlattım ki, bizim Avrupa tiyatrolarında birçok defalar bir takım askerlerin gezerek ‘Gidelim, gidelim, şeref için, zafer için gidelim’ diye bağrıştıkları görülüyor. Fakat kimsenin gittiği yoktur. Aynı suretle Türkiye’ye geldiğimden beri herkesin bir ağızdan ‘Bütçeyi denkleştirelim, denkleştirelim’ diye bağırdıklarını duymakta ve görmekteyim. Fakat hiçbir şeyin düzeldiği yok. Benzetmeme güldü ve şu sonuca vardı: İşlerin düzelmesi için kendisini de Maliye nazırı yapmalı imiş.” (s. 48)

Devlet ricali hakkındaki kanaatlerini de belirtir Yazar:

“Bu yakınlarda Nafia nazırı Mahmut Celaleddin Paşa öldü ve yerine Zihni Paşa nazır oldu. Mahmut Paşa kabinenin yegâne faal adamı idi. Fakat rüşvet alması o dereceye gelmişti ki para için her şeyi satardı. (s. 42)

“…Nafia nazırı Tevfik Paşa ile her gün münasebetteyiz. Ehliyetsiz ve seciyesiz, fakat iyi kalpli küçük bir ihtiyardır. Maliye Nazırı Nazif Paşa hoş bir zattır. Orta bir zekâya maliktir. Nispeten namusludur. İçinden çıkılmaz malî güçlükler içinde çırpınır durur. (s.16)

“Ermeni hadiselerinin sonucu olarak çıkan buhran her şeyi altüst ettiğinden Sadrazam istifa istirhamında bulundu. Sultan işbaşına kuvvetli ricali getirmek istedi. Bunlar hiç yok değildir. Sadaret makamına faal, zeki ve doğru bir ihtiyar olan Sait Paşa’yı ve sonra da akıllı, mahir, Batı terbiyesi görmüş siyasi ilerde mahir bir diplomat olan Kâmil Paşa’yı getirdi. Bu adamlar padişaha ıslahat projeleri verdiler. Hükûmet idaresinin mesuliyetini istediler. Sarayın nüfuzundan kurtulmak talebinde bulundular.

Bunlar birkaç haftadan fazla dayanamadılar. Sultan’ın etrafında bulunanların entrikaları ile ikisi de düştü(…) Şimdiki sadrazam hırçın, para düşkünü, az akıllı, teşebbüs fikrinden yoksun bir adamdır. Bir oğlu ile bir damadı var. İkisi de az çok âşikâr bir tarzda, işleri tetkik ederek şahsî menfaatlerini temin çaresini ararlar.”

Bir başka ilginç görüşü meşhur Tahsin Paşa hakkındadır:

“Padişahın bugünkü gözdesi Tahsin’dir. Tahsin bu yeri hiçliği sayesinde işgal ediyor. Tabii gördüğü itibar uzun sürmeyecektir. Türkiye’nin bütün dostları Saray’ın bu halinden dolayı meyusturlar. Sultan ahmak ve hilekâr nedimlerden hoşlanıyor.”(s. 43)

Pasaport ve geçiş tezkeresi zorluklarından söz ediyor mesela:

“26 Temmuz 1899

Türkler bilhassa Sultan, bir süreden beri Bağdat hattının yapılması ile meşguldürler. Anadolu kumpanyasının İstanbul’dan Konya’ya yaptığı hattan istifade ederek payitahtı Bağdat’a bağlamak bahis konusudur. Konya’dan Bağdat’a ve Basra’ya varmak için daha 2300 kilometrelik bir hat lazımdır. Bu ise en aşağı dörtyüz milyonluk daha sermayeye ihtiyaç gösterir. Hâlbuki hükûmetin geliri adi masraflarını bile karşılamıyor.(…) Dünyanın her tarafından şimendiferler hudutları aşarak fikirlere inkişaf verirken, din mücadeleleri kalkarak medeniyet demiryollarının tesiriyle genişlerken, Türkler ne kadar demiryolu yapsalar, seyrü sefere o kadar zorluk çıkarıyor. Hiçbir Müslüman Zat-ı Şahânenin özel müsaadesi olmadan memleketten dışarı çıkamıyor. Bu müsaade ise ekseriya red olunuyor. İçerde bir vilayetten ötekine gidecek olanlar geçiş tezkeresi almaya mecburdurlar. Bu tezkere polisten bin müşkülatla alıyor. Tezkere alabildiği zamanda bu on kuruşa mal oluyor. Bundan başka en küçük hizmetler için bahşiş isteyen memurları da unutmamalıdır. Bu hal netice itibariyle seyahatin yasaklanması demektir.(…)

Güçlükle elde edilen bazen de müsaade alınmaksızın hiçbir makine Türkiye’ye giremez. Bu itibarla Türkiye’de hiçbir sanat asla gelişemez. Şu suretle Osmanlı tebaası ebedi bir murakabe altındadır. Denilebilir ki, hükümetin bugünkü idare tarzı medeniyetin terakkisine karşı daimî mücadeledir” (s. 46-47)

6 Mayıs 1900 tarihli notlarında Ramber firar eden, kaçanlar, kaybolanlardan bahsediyor:

“Firarlar birbirini takip ediyor. Mahmut Paşa gelmemekte ısrar ediyor. Devlet Şurası azalarından İsmail Kemal de bu defa oğullarından biri ile limandaki istasyoner İngiliz gemisine sığındı. Oradan da İngiliz kavasları himayesinde Hıdiviye vapuruna geçti, Yunanistan’a kaçtı. Zaptiye nazırının oğlu da kaçtı. Fakat bunu bir polis dolabı sayanlar var. Birçok kimsenin bir İmparatorluğun arazisinden bir kürek bölgesinden kaçar gibi firar ettiklerini görmek garip oluyor(…) Sınır bir defa aşıldı mı, herkes altüst oluyor ve Sultan hapishanesinden mahkûm kaçmış jandarma gibi köpürüyor. (s. 54-55)

“5 Ağustos 1900

Bugün ilk defa olarak Zat-ı Hazret-i Meşihatpenahî’yi ziyaret ettim. Şeyhülislâm öteki nazırlardan önce gelir.(….) büyük bir nüfuza sahiptir. Sultan’ın hastalandığı veya ehliyetsizlik gösterdiği zaman hal’i kararını verebilir(…) Arkasında beyaz bir cübbe, başında büyük ve beyaz bir sarık vardı. Siyah sakallı, tatlı bakışlı kara gözleri bu kıyafetle daha ziyade dikkati çekiyordu. Elleri şeffaf derecede beyazdır. Gayet tatlı konuşuyor, zeki bir adam olduğu anlaşılıyor. İfade tarzı, aydın, samimi ve vatanperverânedir. İlk defa olarak İslamiyet’e karşı insanda sevgi uyandıracak bir adam gördüm.

15 Ağustos 1900

Hazinenin ihtiyacı müthiş bir dereceyi buldu. Öte taraftan hükümet Almanya ve İtalya’ya bir milyon iki yüz bin Osmanlı liralık yani yaklaşık olarak yirmisekiz milyon Franklık zırhlı, top ve sair silah ısmarlıyor. Bu parayı nerden bulacağı belli değildir. İlk taksitlerin ödenmesi için bankadan yediyüzbin liralık avans istenildi.(…) Taahhütler, projeler birbirini takip ediyor, üst üste yığıyor. Bunları yapabilmek için yüzlerce milyon lazım. Hâlbuki kasada metelik yoktur.” (s. 70- 71)

“Bir Nezaret’e hulul ederek onun bin türlü dolabına vukuf peyda etmek bir Avrupalı için alâka uyandıracak bir şeydir. Nafia Nezaretinde (Bayındırlık Bakanlığı) binanın önü her cinsten adamla doludur. Biri pardösünüzü ve bastonunuzu alır, öteki ikisi ayakkabınızın tozunu silmek için birbiriyle yarışırlar. Başkaları sizi tecessüsle seyreder.. Aralarında şüphesiz Nezarete girip çıkanları Saray’a haber vermek için dolaşan bir kaç hafiye de mevcuttur. Sonra bir tavana arasına çıkmak için iki tahta merdiven çıkarsınız. Dairelerin kapılarının baktığı iç dehlize varırsınız. Bu dehlizde mahdut işi olan bir çok memurun durmadan gelip gittiğini görürsünüz. Bunlar öğleden bir saat önce gelirler ve saat dörtte giderler. Dairelerde duvarlar boyunca birilerine âdeta temas eden bir sürü koltuk vardır. Her birinde bir memur sağ bacağını sol kalçası altına atmış olarak oturur, bir sigara içer. Önünde küçük bir masa vardır. Bu masanın yegâne vazifesi hokka taşımaktır. Türkler yazı yazmak için kâğıdı sol ellerinin üzerine korlar ve sağ elleri ile sağdan sola yavaş yavaş harfleri çizerler. Her memur sınırlanmış bir vazifeyle uğraştığından dairede geçirdiği zamanın çoğunda hiçbir şey yapmaz.(s. 17-18)

Yazar, ziraat hayatı ve köylüler hakkında gözlemlerini aktarıyor:

“Osmanlı hükümeti gelir kaynağı bulmak için birden bire karmakarışık bir faaliyete girişti. İradeler birbirini takip ediyor. Birisinde Âşar ve arazi vergisine yüzde atmış zam ediliyor, ötekisi ile ithalat üzerine yüzde üç ekleniyor(…) Bütün bu iradeler hemen tatbik edilmek kaydıyla ve hiç beklenilmeyen sırada halkın üzerine bela yağmuru gibi yağıyor.(...) Yegâne şikâyetlerini dinletemeyenler zavallı köylülerdir. Onların savunacak kimseleri yok. Âşar vergisi esasen lüzumundan fazla yüksek olduğu halde artırılmıştır. ‘Derisi yüzülmeye lâyık’ addedilen köylünün bu suretle ezilmesi köylerin yavaş yavaş boşalmasına sebep oluyor. Bu muhaceret gittikçe kuvvet peyda edecek ve nihayet vergi alınacak kimse kalmayacaktır.

Türkiye gittikçe tasfiye olunan bir imparatorluk halini aldı. Daha yakında Avrupa muahedelerinin tesiri ile veya harp mağlubiyetleri sonucu Balkanlardaki zengin eyaletlerinden mahrum kaldı. Galip geldiği savaş neticesinde bile Girit adası elinden çıktı. İşte doğrudan doğruya bir tasfiye işi! Arazi ya kaybediliyor veya sadece terk olunup gidiliyor. Başka bir yoldan da aynı sonuca varılıyor. Eyaletlerdeki halk iaşeden mahrum bırakılıyor. Müstahsil vaziyetindeki arazi çöl haline getiriliyor. İmparatorluğun Doğu tarafı muazzam bir sahra halini almıştır.” (s. 53)

Ne dersiniz, tarihten ders aldık mı?


* Reji Genel Müdürlüğü, Avrupalıların talebiyle Sultan Abdülhamid döneminde kurulan, tütün üzerine her türlü faaliyetleri gerçekleştirme yetkisine sahip yabancı sermayeli tekel gücüne sahip bir şirket


**Düyun-u Umumiye, 1881-1923 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu'nun iç ve dış borçlarını denetleyen kurumdur. II. Abdülhamit döneminde kurulmuştur. Sözcük, "Genel Borçlar" anlamına gelir.

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.