“Bir gün Kapu Camii’nde vaaz eden bir Hoca: ‘Allah’ın sırat köprüsü kıldan ince, kılıçtan keskindir; geçmesi zordur’ der. Deli Osman Ağa ayağa kalkar: ‘Hoca efendi ben bir kul olduğum halde Meram yoluna bir köprü yaptırdım, yan yana iki araba geçer. Allah’ın yaptığı köprüden nasıl olur da kul geçemez?’ der.” (Ali Işık, Konya’nın Gülleri, Deliler, Meczuplar)
Meczup kelimesinin; “Birine doğru veya bir şeye doğru çekilmiş, cezb ve celbolunmuş; Allah aşkıyla aklı başından gitmiş, dünyaya aldırmaz duruma gelmiş olan (kimse), deli divane gibi anlamları mevcut.( İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük)
Ali Işık, “Geçmişten Günümüze Konya’nın Gülleri, Deliler, Meczuplar” kitabında; verdiği örneklerle meczupluk ve delilik kavramını biraz daha açıyor.
Yazar kitabın girişinde şu açıklamaları yapıyor:
“Gelecekle ilgili verdiği haberlerin bazı doğru çıkması, bazen de hikmetli sözler söylemeleri meczupların halkın gözündeki itibarını arttırmış, bu da dinî hükümlere ve kurallara uymayan söz ve davranışlarının mazur görülmesine sebep olmuştur.(..) Bazı meczupların diğerlerinden üstün olduğunu belirtmek için onlara ‘kutbü’l- meczûbîn’ denilerek ruhaniyetlerinden feyiz alınması gerektiğine ve keramet sahibi olduklarına inanılmıştır.”
“Aşırı ve taşkın davranışları olan; coşkun; gözü pek, kahraman” gibi manalar da taşıyan delilik mefhumunda ise mesela; “Antik Çağdan günümüze delilik ile dâhilik arasında da bağlantı kurulmuştur.”
Yine Hz. Ali’nin bir sözü, bize konuyla alâkalı önemli bir açılım getiriyor: “Sizden biriniz kendinize deli dedirtmedikçe iman-ı kâmil olamazsınız” (Konya’nın Gülleri, Çizgi Kitabevi)
Madde için çıldırdığımız, özümüzü heder ettiğimiz bir çağda; belki tüm varlığını y(ele) vermiş gibi gözüken, kimi Allah adına mevcudiyetini silen, uğradığı bilmem ne bela uğruna yardan serden (vaz)geçen, acı tatlı izler bırakan, kiminde mimli(!) sayılan insanları bilmek, ruhu muhtemelen bir parça da rahatlatıyor.
Cezbe halinde mangaldan ateş alıp, elinde tuttuğu ve karısı da aynı tecrübeyi defalarca yaptığı halde ateşte yanmayan.. yine aynı halde bir kış günü, üzerine karlar yağdığı halde Mevlâna’nın türbesi parmaklığına yapışarak, yirmi dört saat o vaziyette durarak parmaklığı bir bakıma aşkı hiç bırakmayan Ayaşlı Şakir; “Hizmet Delilerinden” Çayırbağı Suyunu Konya’yla buluşturan, çiftliğinde kazanlar kaynatıp, yola levha astırarak ‘pilavımı yemeden geçenlere küfrederim” diyen, Konya’da o vakitler çok bol olan köpeklere ekmek dağıtan üç fırını olduğu rivayet edilen Cambaz Deli Osman Ağa, Manastırlı Deli Avni Bey, Ekmekçi Hayık;
Kitabın “Konya Gülleri” bölümünde ismi geçen Ali Hoca, Silleli İsmail, Parsanalı Mustafa ve diğerleri;
“Meczubeler” bahsinde; Havvana Vırrık, Sabile, Kırmızılı Kadın ve niceleri… Sonra Meczuplar Şeyhi, Gül İftarları, şehrin silinmeye yüz tutan gülen yüzü…
Hayatın bâtıni manası, artık anlaması güç, kaybettiğimiz bir (iç) dünya.
Bir kısmına nostaljik malzeme gibi gelse, pek inanmasa da akıl almaz cömertlikler, bazen tabiat kanunlarının işlemediği, ateşin soğuğun değmediği kullar, beşer üstü unsurlar; mazinin güzelim dervişlerine, Yunus Mevlâna torunlarına, kutlu bir zincire bağlamakta zorluk çekmeyeceğiniz onurlu insanlar, fevkalâde hüzünlü fakat seçkin hikâyeler.
Herhalde merhametle, ama garip bir saygıyla onları arıyor ve anıyorsunuz.
Güllerden Bekereli(Makaralı Mustafa), sırtında bir el, kol çevrilirmiş gibi döndürülünce Mustafa, sözde çalmaya başlayan bir gramofon kesilir, incecikten bir sesle cızırdamaya başlarmış.
Biz kimin gramofonuyuz, borusuyuz, Düttürü Leylasıyız; fareli köyün kavalcısı mıyız, garbın mızıkacıları mıyız, neyiz diye uzun uzun düşünür dalarız. Vaziyetimize bakar, ağlarız. Kitabın gizli suallerindendi.
Evet, Konya’nın Gülleri, size aklın selameti, ömrün gidişatı gibi konularda düşündürüyor, “Kim akıllı, kim deli” gibi sorular da sorduruyor.
Meczuplar, deliler âlemine kısmen girerken; unuttuğumuz, fark etmediğimiz ne çok insan, olgu, nimet, İlahî Hikmet olduğunu gösteriyor.
Sonunda bir avuç toprağa dönüşeceğimiz, gölgeli muhtemel varlığımıza(!) işaret ediyor.
“İhtiyaç listesinin olduğu zembili, siparişi veren eve değil, mezarlıktaki bir ağaca asan Ali Dayı’nın, merakla kıvranan ev sahibine dediği gibi: ‘Senin hakiki evin burası, ama sen burayı hep ihmal ediyorsun”.
Ve kitap, bizi bir muhasebeye davet ediyor.
Son söz, Zeytinci Ömer Ağa’dan. Merhum Mahmut Sural’a bir gün şöyle söylemiş:
“Yolda gelirken biri diğerine sövdü. O demek istedi ki: ‘Ben eşeğim!’ Öbürü de ona aynı biçimde sövdü. O da demek istedi ki: ‘Ben eşşeoğlu eşeğim!’(Ömer Ağa) deli deli, sürekli bir kahkaha bıraktı, ekledi: “Bana deli diyorlar, desinler. Delilik eşeklikten iyidir…” (Konya Gülleri, sf. 106)
Bilmiyorum, zamanımızda ikinci şık mı tercih ediliyor.
Şek, e(şek)likten mi geliyor?