“11. Konya Kitap Günleri” sona erdi. Kitabın, derin okumaların bütün hayatımıza şamil olması, içselleşmesi ve özgürleştirmesi dileğiyle. Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Uğur İbrahim Altay’a, kültür ekibi ile bütün emeği geçenlere teşekkür ederim.
Etkinlikler içinde bir söyleşi, imzayla biz de yer aldık. Şimdi bu konuşmamdan bir bölümü sunmak istiyorum:
“Hayat; içinde muhtelif örgü çeşitleri bulunan upuzun bir örgü, kelimeler sesler cümleler hikâyeler kesişmeler, incik boncuk türlü süsler. Uzunlu kısalı, düz-ters, Selanik, özellikle zig zag, nohut, fiyonk, fantezi, haroşa…
Yumakların(!) biri biter, biri başlar meraklanma.
Bazen tığ ve şiş(!) kullandım, kalem niyetine. Kedi köpek giysileri ördüm kuyruklu birilerine. Kimine kazak, kimine patik, yelek, kiminin çorap başına(!)
Bazılarının iç örgü(!) kalitesine değindim, övdüm. Birilerini dertliydim, yerdim, hatta yedim. Bu kalem işleri, işlevi elbette haz verdi.
Ama galiba (Edebî) Örgüyü hazırlayan da “uçuk kaçık bir yazar” dediklerindendi. Kalemin sivri diline değdi, gitti geldi.
Bir önceki öykü kitabım Sevdalı Bir Yelpaze’ydi. Sevda ve sonra (çılgın, tutkun, âşık) gibi mânâlar barındıran Şeyda… Neticede edebî hayat örgüleriyle neşem yerine geldi.
***
Zorlu zamanlarda kader örgüsünü sökmek istersiniz ama bambaşka örgüler çıkar karşınıza. Yılgınsınızdır, karamsarsınızdır. Mesela…
Seneler evvel, bir yayıneviyle anlaşmıştık. 15 öykülük bir kitabım yayınlanacaktı. Fakat son anda, sözleşme imzalanacakken, dosyadaki hikâyelerin beşe indirileceği, aksi takdirde kitabın yayınlanmayacağı ifade edildi. Broşür gibi bir şey… Müthiş üzüldüm ve sinirlendim, yıkılmıştım, yayınevini hızla terk ettim. Üzerinden bir zaman geçti. Şaşılacak şeydi. Hüzün, kederden eser kalmamıştı. İş, eğlenceli, muzip bir hikâyeye dönüşerek; yazarlığımın pek keşfedilmemiş bir yanı ortaya çıkmıştı, “Yazarlık Dersleri” edebî örgüye yepyeni bir renk getirmişti. Çektiğim sıkıntıya değerdi; kalem ne güzel dile gelmişti. Eski Yayınevine cevabım, okkalı “baskılı” bir teşekkürdü.
“Bari kendi eleştirmenlerinizin beğendiği öyküleri kitaba alaydınız.” Dedi “Yazarcık, Kadıncık” minnacık bir umutla…
Editör Sayın Terminatör, yüzüme müstehzi bakıyor. Mafya babası Bush’la işaretleşiyorlar. Çıt çıkmıyor. Karar kesinleşti; dosyamın kanına bulanmış hain “Kabil” elleriyle, üst üste sigarasını yakıyor. Nihayet yerimi anladım. Kül tablasının içi.
Ezik, mahpus hikâyelerim; kâğıtların arasından cılız itiraz sesleri çıkarıyor. Erkek hikâyelerimden Ferhat’ın(Bu kadın duyarlılığıyla yazılmamış hikâyelerdendir) yüzü sarardı. Hurrem, hüzünle başını eğmiş, dik durmaya çalışıyor.
Yayıncı “Mavi Sakalını” temizliyor. Her bir telinden; ölü canlar, beyaz insan ruhları üst başına, yakasına dökülüyor; şöyle bir silkeliyor. Kimisi ayakları altına serilip, merhamet dilenmekte... Çürük dişleri arasına sıkışmış, edebiyatçı artıklarını ortalığa tükürüyor.
Asla! Kat’a! Olamaz ya! Benim öykülerimi katledemezler. YA.PA.MAZ.LAR!
Yaptılar bile! Ha haa!
Darvin’in bütün nazariyesini altüst edecek şekilde, hızlı bir evrimleşme geçiriyorum. Acayip bir biçimde, yeniden hayat sahnesine çıktığımda artık. “Kumru” değildim.
“Frankeştaynus Vampirellus” namında yepyeni bir tür olarak, kanat çırpıyordum. Başta yayınevindeki matematikçiye, sonra bütün farklı türlere, dehşetengiz bir şekilde 32 dişimi gösterdim... Kuyruğum dik, masaya yumruğumu vururken, bir dişi horoz sesiyle gürledim:
“Basılmasın! İstemiyorum”. Pembe, mahcup hikâyecikler fıkırdamaya başladılar.
Dosyamı toparladım, koltuğumun altına aldım. Son olarak, gözlerimi belerterek, bütün mazlum yazarların ruhlarını ve ah’larını arkama alarak; yayınevindeki canilerin gözlerinin içine ürkünç, tüyler ürpertici bir vaziyette baktım.
Hızla kapıya doğru yöneldim. Elimden bir kaza çıkmasın. Az kalsın kapıya vuruyordum (Fark etmez! Bize kader vurmuş zaten!). Çıkarken bağırdım:
“Edebî şahsiyetimle oynayamazsınız beyler; edebiyat tarihi sizi affetmeyecektir!”
***
Hayatımızda kapkara zannettiğimiz dönemler, çizgiler olabilirdi. Üzerinizde bir gökdelen ağırlığı. Birkaç kalbiniz varmış da hepsi ezilmiş gibi kalp kırıkları…
Aniden gözlerinize bir şey sızardı. Güzellik, iyilik, acının içindeki lezzet. Yüreğinizde sayısız iz.
İşte o zaman hayata örgüsü bambaşka bir şeye çevrilirdi; bu tercüme tecrübe, seneler belki de sonradan lehinize işleyecekti. Yanınızdaki, ya da içsel bir zaman vardı.
Edebiyat hayatı, hayat edebiyatı dönüştürdü. Ve başka bir okuma yaptırdı. Bu okuma farklı bir hürriyet, direniş getirdi.
Hayatımın her iki anlamda da romanı olan Sarılmak, kendine ve maziye bakışın da bir anlatısıydı. Romanın başkarakterlerinden biri Baba Aziz’in ve hastalıklı anne Nergis’in yanı sıra, Cahide’ydi, romanın oyuncularının hepsinde, kardeşi Nur dahil onun parmak izi vardı. Acaba (Dünyamda) kaç tane Cahide vardı diye düşündüm. Kim bilir biri belki de Yazar’dı. Geçmişi tekrar örmek, yıllar sonra yazıya dökmek ve ödüllenmekse (İLESAM-AKÇAĞ 2010 Roman Yarışması Birincilik Ödülü) başka bir örgü keyfiydi.
Sarılmak romanından:
“Çocuktum, ufacıktım. Kimse oynamadı; çok üşüdüm, acıktım. Soğuktu, kar(a)lı yaz(ı)lı, acı(lı) baharlı, umutsuzluğa ayarlı, sevgisizliğe kararlı bir hayattı.
Monoton, hep aynı yeknesak ton. Taşıdığım(ız) ağırlık kaç ton?
“Nur ile Cahide hızlıca yollardan geçer. Telâşları beyhudedir. Yeryüzü yaratıklarının kalpleri küfle sarılıdır, bağlıdır.
İnsanlar yanlarına yaklaşırsa da, bu sorgulamak içindir veya tarifsiz bir üstünlükten.
Okşamak için ellerini, başlarına koyduklarında ise irkilirlerdi. Essah mı? Sahi mi? Neden?
Onların sözleri kesiciydi, delerdi. Paluze yürekli kadınlara bile güvenilmezdi. Limon kokulu buseleri hançerliydi.
Duramayacaklardı. Yaşama süresi hızla akacaktı. Hayata sarılamayacaklardı.
( Lütfen ayağa kalk anne’ Sürünme!
İnsanlar üstüne basıp geçiyorlar, ezilme.
Kollarında bir iğne deliği daha olmasın.
Çok sarılasımız geldi.
Müsaade et, sarılalım anne! )
***
Örgü bazen bir yerde sıkılaşır, göreni de okuyanı da sıkar.
İlle de eleştirmek, iğnelemek, “edebiyat yapmak” anlamında değil ama bir yerde içinizi dökersiniz, dert yanarsınız. Mütemadiyen üç maymunları oynayamazsınız. Yazmaktan başka çareniz yoktur. İronik ve eleştirel bir bakışla; gözün gezginliğinden, fert ve toplum meselelerine, çağın getirdiği yüklere, duruş, diriliş arzusu üzerine yorumlar getirirsiniz.
Söz gelişi, ülkede bir kadın sorunu, şiddet, çözülme var mı diye sorarsınız? Öfkeli, kaygılı, şiddetli cevaplar verirsiniz herhalde, here şey ayan beyan ortadadır, göz yumamazsınız.
Bu gözler neye şahit olurdu ve neyi örterdi göz kapakları. Bazen gözler hakikatten de mi gizlenirdi? Kahramanımız Zarife’nin gözleri neyi gördü:
“En rahatsız edici, batıcı hikâyeler, saplantılı düşünceler beynine üşüşmüştü Zarife’nin.
Birileri rezalet bir korku, müthiş bir gerilim filmi çekiyordu. Birbirine, üstüne binen görüntüler, vukuatlar, imajlar, insanı allak bullak eden algılar.
Berbat ihtimallerin, geri dönüşsüz yolların dehşetiyle ürperdi.
Kafası kesilip çöpe atılan, uğursuz dolmuşların “yollusu” yapılan, kent cangıllarında ezilen dövülen yakılan bilumum hemcinsleri zihnine doluştu. Sonra o beyaz gelinlikle, eşkıyanın kümelendiği ıssız dağ başlarında, şaibeli y(ön) kesen medeni yollarda saf saf dolaşan, barış kurbanı fukara İtalyan kadıncağız. ( Birileri herhalde onu 1 saatlik için kendi gelini sanmıştı ve sonra öldürüp, bir kenara atmıştı)
Yamyam, cani bir gözdü hâsılı; üstüne vicdansızlık kansızlık mührü basılı.
Vurulan, tepelenen kadınların feryatları dayanılmaz bir hale geldi, “İmdaat, imdaatt!..”
“Meşum bakışlarını hiç beğenmedim Hâkim Bey. İstediğiniz cezayı kesebilirsiniz.”
“Yaz kızım! (Hay Allah suç neydi unutmuşum). Sanığın idamına değilse de, hafifletici sebeplerden dolayı, şık giyiminden, özellikle kravat taktığından ve (sustu bir an) Hımmm, pek güzel gözleri olduğundan beraatına karar veriyorum.”
Telâşla, sinirle bağırdı Zarife: “Ama Hâkim Bey rica ederim, çok reca ederim, daha âdil olabilir, gözlerinden asabilirdiniz.”
Gözün üstünde altında sağında solunda arkasında neler vardır. Gözler kimin üzerindedir, neyi arar. Mühim soru gözlenir miyiz, özlenir miyiz?
Ne güzeldir okuyan, derinlere dalan, gökyüzüne bakan göz… Ve Kalbin gözleri…
***
Pekiyi, bu âlemde “dik durma korkusu mu” yaşanır. Koyunsu boyun eğişler, sürülerin ölümcül sessizliği mi kol gezer. İnsaniyet, akıl ne eder?
“Gözünde altın varaklı koltuklar arzı endam ediyordu ve cazip, her emre hazır nazır, takı akıllı hamfendiler kümesi.
Bir yanda altın beyinler ölüsü; bir tarafta karanlık akıntıların tutkallaşmış dürtüsü. Enkazların gürültüsü…
“Tamam, ortalıkta genel bir eğilimle, dik durma korkusu vardı, fakat canı sıkılıyordu. Sonunda eğilme düzeyi artacaktı. Yatıp kalacaktınız.
Ve bütün mümkünleri hesaba katacaktınız. Yamyassı olduğunuzda, hiiiç göze çarpmaz, işe yaramazdınız. Sırasında, bilmem ne böceği muamelesi görür, yuhalanır, kakalanırdınız.
Secdelerin sonu gelmezdi; ademlere, esasında bomboş kişilere karşı serilip kalırdınız. Azametli kırmızı halı olsanız da, tozlanır, çiğnenir, fırlatılırdınız.
Neticede ayaklara takılır, ayak topu gibi tepilir yamulurdunuz.”
Üstelik ayak(kabı) seçmesi de güçtü. Hele envaiçeşit çizmeler.. öp öp dur. Gerekirse yala; ikbal, istikbal, balbal bul.
İtalyan, Fransız, Amerikan, Telaviv (teller, allar pullar) bırakmaz yaya… Vazgeçme hiç sen, hep bak ayağa. Ba(ş)kanım/Müdürüm/ Azizim sen çok yaşa.. ya ya ya! şa şa şa!
Sırtını, mabadını dayayacağın dayılar, emmiler, kol(tuk)lar; çıkacağın sahneler, üstündeki altındaki bukalemun kisvesi…
Hastalık aşıları, iğneler, uğrayacağın şoklar, katar Katar…”
***
Örgü keyfi, hayatı anlama, bulma ve okuma lezzetine karıştı. Ve siz bu öyküyü örgüyü yaşadınız, sevdiniz…
Kim bilir belki siz de?