Olsa kumlar adedince ömründe gün sayısı / Bil ki o da geçip gider sanki bir saat gibi... Kanuni Sultan Süleyman
Her yazıya başlarken kurşun kalem - insan ömrü benzetmesini zihnime getirir, burulurum. Hatta silgi ile yanlış ve kötüleri silerken yıpranmışlığa acırım. Kaçınılmaz… Yapmalıyım. Nasıl ki kurşun kalemi açarsın açtıkça biter, insan ömrü de böylece küçülür gider. Çabaladıkça zamanla açmakta zorundasın.
Günlük hayatta en sık kullandığımız sorular; Nereden Nereye? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyoruz ? Dünya, ömür ölüm arasında bir konumda. Biz insanlar bu konumda konuşlanmışız, hayat tüketiyoruz. Başka deyişle hayat bizi tüketiyor, etken edilgen bir yaşam sürüyoruz. Siz buna “ömür “mü diyorsunuz? Sorgulanmamış ömür yaşam değildir. Nereden nasıl nereye geldiğin? Nereye hangi nedenlerle nasıl sonuçlarla gittiğin iç dünyanda sorgulanmalı. Yeri ve vakti geldiğinde insana sormazlar mı, ”ölüm önceden de vardı, yeni mi gündemine aldın?”
Sahabeler bir gün, hasır üzerinde uyuyan ve vücudunda hasırdan dolayı izler olan Peygamberimize; Ya rasulallah, size bir döşek getirelim de onun üzerinde yatın, diyorlar. Bu talebi, “Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp yoluna devam eden bir yolcu gibiyim” diye cevaplıyor.
Ömrümüz iki uç arasında; salih amel ve tul-i emel. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz “Âdemoğlu ihtiyarlarken onda iki şey gençleşir, mal tutkusu ve tul-i emel.” (Müslim) diye buyurarak hastalığın ehemmiyetine dikkat çekmiştir. İnsanın dünyalık hedefleri, uhrevi gereklilikleri arka plana itecek kadar hayata hâkim olması bir hastalık olarak tezahür eder ki; işte bu hastalığa tul-i emel denilmektedir.
Kanuni Sultan Süleyman her şeyin sonlu olduğunu dizelerine almış; “Olsa kumlar adedince ömründe gün sayısı / Bil ki o da geçip gider sanki bir saat gibi.” Ömür dediğin bizden bağımsız değil, bizim gibi canlı. Kendisine hayıflandığımız şey aslında kendimiz, hatalarımız, gereksiz harcamalarımız. İmam Gazali’nin anlatımıyla ‘tul-i emel’ içerisinde şu dört tehlikeyi de barındırmaktadır.
1) Kulu ibadete karşı tembelliğe ve gevşekliğe yöneltir.
2) Tevbeyi geciktirmeye ve terk etmeye sebep olur.
3) Hırsla mal toplamaya, dünya ile meşguliyete sebep olur, ahireti unutturur.
4) Kalbi katılaştırır ve ahireti unutturur.
Şeyh Sadi nin ömre bakışı mana yüklü. “Ömür, temmuz güneşi karşısında; kardır.” Dünya bir tiyatro; yazılı bir senaryonun tekrarı olmayacak oyuncularıyız. Hayatlar, bir rüya, ömürler bir film gibi sanki. Bizden öncekiler, oyunlarını oynayıp geçip gittiler... Bu gün sahnedeyiz.
Gönüller sultanı Yunus Emre’de, uyarmış bizi ta eskilerden: Demiş ki: “Mal sahibi, mülk sahibi/Hani bunun ilk sahibi?/Mal da yalan, mülk de yalan/Var biraz da sen oyalan..."
Biz koşuştururken gençliğin zirvesinde/otuz-kırklı yaşlar aslında bu yaşlarda ‘hücre yıkımı’ da başlıyor. Yaşarken kaçınılmaz yıkılıyoruz. İnsanoğlu her şeye çare aradığı gibi ölüme de çare aramış ancak koşul şu: Her şeye çare var yaşlanmaya çare yok! Arzuların için uzun yaşamayı istemek sende neyi değiştirebilir? Çok uzun yaşayan seksen-doksan yaşında bir dedeye, nineye sor bakalım yaşamak ona ömür mü? Ölüm mü? Belki sana diyecek ki: “İnsan ellisine kadar her yıl bir yaş yaşlanır. Ellisinden sonra her gün bir yaş yaşlanır!” Ey okuyucu! O halde ne geçmişe üzül / hayıflan, ne de geleceğe tuli emel göster. Yunus Emre’nin dünyayı bir pazar yerine benzettiğini hatırlatmak isterim, “İnsan ömrü aynı pazar gibi bir anda gelip geçer. İnsanın bu pazar yerinde alışveriş yapan birisi. Bizim ömrümüz tez bir pazara benzer, sabah kurulup öğleyin biten bir pazardır. Pazar bir anda gelip geçer, insan ömrü de aynı bu pazar gibi bir anda gelip geçer. Rızık ve ömür bize ilk defa varlık elbisesi giydirildiği zaman verilmiştir, buna ömür denir. Biz de bize verilen bu ömrü ve ona takdir edilen rızkı toplamaya ve tamamlamaya geliyoruz dünyaya. Dahası pazarcı günün sonunda elinde kalan malları elinden çıkarmak için bağırır, ucuza çıkarmak için çabalar. Bilir ki satılmayan mal elinde kalır, bayatlar, kokar, çürür. İstenmeyen yük olur. Pazarcı için istenmeyen ürün, elde kalacak mal, ömrün sonundaki “keşke “ler gibidir; yaşamdan çıkarılması gereken günler haftalar aylar, seneler... Tul-i Emel sahibi bir Müslüman, iman ettiği ahireti uzak görme gibi bir yanlışın içerisine düşmek suretiyle amellerini erteledikçe erteler. Dünya ve ona duyulan sevgi, Müslüman’ı aşağı çeken bir pranga gibidir. Maalesef, emeli ecelinden bile uzun olan kişi, günü gelince yapamadıklarının elemiyle yanıp tutuşur. Tıpkı gün bitiminde pazarcının durumu gibi “istenmeyen” leri çıkarmak için telaş ve panik içinde kalır.
Ömür dediğin nedir ki; bir ezân, bir selâ! Aldandığımız şey bu; ömrümüz hep yarın güzel olacak diye umut ederek geçiyor. Oysa kısır döngü içinde kalır insan; “İnsan özlerken büyür, ömür özlerken biter.” Her şeye hazır konduk. İlimsiz inandık. Ya da bilgisiz imanın kalıcı olacağını (tapulu malımız gibi) düşünüyoruz. Oysa iman da, hidayet de bizim gibi canlı. Ya da bir başka deyişle bizim canlılığımız buna bağlı... Her şeye hazır konduk. Hatta “ömre” bile. Ölmüşüz haberimiz yok.
Ömür kısa, vakit az. Anlamak için kaybetmek mi gerek? “Oysa ömür belki de bir ömür boyu süren bir tek andır.” Rasim Özdenören bunu söylerken tek bir saniyenin, dakikanın ömürle eşdeğer olduğunu bize fısıldar. Ne güzel söylemişler; ‘Ömür dediğin üç gündür; dün geldi geçti, yarın meçhuldür, o halde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür.’ Esef olan şu ki, Harcanıp gidiyor ömür dediğin. Bazen bir duygu, bir sevda uğruna, bazen bir ümit uğruna. Bazen de bir hiç uğruna.
Dünyada oyalanmamak ve aldanmamak lazım. Allah tarafından bize verilen ömrü tamamlamak için dünyaya geldiğimizi ve bu ömrü Allah’ı bulmaya ve bilmeye adamamız gerektiğini bilmeliyiz. Ödünç/emanet zihniyetiyle hassas yaklaşmalıyız verilen ömre. Bil ki hayat ‘İslam’a dönüşürse bu ömrü tebliğe dönüştürürsün. Ömrümüzü ilahi olana dönüştürelim. Yaşadığımız bu kısa ömrü bize verilen, bizde kalacak ömür zannetmeyelim, bunun emanet olduğu bilinciyle hareket edelim. Bu dünya hiç bitmeyecekmiş gibi, baki alacakmış gibi düşünürüz; hayır, bir gün aniden bir haber duyuyoruz falanca vefat etmiş. Daha dün görüşmüştük, konuşmuştuk diyoruz, hepimizin akıbeti bu işte. Dikkat etmek lazım. Hadiste geçen “gölgelendiğimiz ağaç” bizim malımız değildir. Dünyalık elbette gereklidir. Ama dünyalık peşinde koşmak emellerimizin de hayatımızın da kıblesi olmamalı. Bu konuda Mevlana’ya kulak verelim; “Şu içinde bulunduğun tek anlık ömrünü fırsat bil. Ve onunla meşgul ol. Ne geçmişe üzül ne gelecekten kork.” Hakikat, dünyada oyalanmamak ve aldanmamak lazım. Biz buraya Allah’ı bulmaya ve bilmeye geldik. Yarının garantisi yok. Bizim işimiz şu anda ve burada. Müslüman için düstur şu olmalı: Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur. Gönül dünyasında Allah’ı bulduysan, ölüm de güzel, ömür de.