Mekân tereddüde, sıkıntıya düşürür. Burnunuzun tam dibinde, gözünüzün içindedir.
Zihnimizi ne kadar dağıtmaya, havasından uzak kalmaya çalışsak da tepenizdedir, ruhumuzun derinliklerindedir. Sırtınızı dönemezseniz.
Daima gözümüz yumulu, gafletle tarumar olsak dahi, bir karabasan gibi yine çöke kalır. Yanı başımızda, yöremizde çoğalır.
Mutlak bizi alır aguşuna. Müebbet mahkûmuzdur, gömüldüğümüz duraktaki zoraki yatışa.
Tabut, bu dünyada düştüğümüz son yatağımızdır herhalde, bizi mezara sürükleyen savruluşta.
Cami avlusuna toplanır, ruhlar kalpler, nefes ve dudaklar ölüye sabitlenmiş; musalla taşındaki mevtayla ölümle yüz yüze kalırız sonuçta. Hayatın merkezi; ölüm noktasında, ecelin aslî merkez olduğunu ilân eder saltanatla.
Ölüyle her birimiz esasen baş başa, karşı karşıya, aynı paraleldeyizdir, yollar ayrılsa bile, eninde sonunda aynı encam ve hitamda.
Bir başka gözün, aklın, parantezlerin, gaybî bir algının devreye girdiğini fark ederiz az sonra.
Dünyayla bir an hesaplaşmaya girilir. İğreti beden, emanet kişilik, BEN? Bir vehimden mi ibaretizdir. Allak bulak olmuş kafamız, ölümün buz kesici, acımasız hakikati karşısında daha da sarsılır.
Ölünün gözleri, gözlerimize değmiştir; onun artık ahiret sesi işitmeye geçmiş varlığına mukabil, bizim kulaklarımız da ölümün şarkısını duymaya başlar. Burnumuz ecel kokusunu alır, beynimiz yok oluş düşüncesiyle dolar.
Bünyemizin, insanî tabiatımızın zaaflarını, kader ortaklığını birliğini, açık seçik hissederiz.
Ayaklarımızı bastığımız zeminin kayganlığını, tutamaklarımızın çürüklüğünü, inançlarımızın ne derece sağlam olduğunu kara kara düşünürüz. İstikametimizin doğru, yolumuzun emin bulunduğu hakkında şüpheler, kaygılar kaplar.
Zamansızlık, mühlet; fiillerimizin meyvesi konusundaki kuşkular, akıbet korkusu sarar.
Nitekim işte en sevdiklerimiz, dünyaca en rağbet edilenler, en taze âdeta bir nefeslik soluklar vefat etmiştir. Yitip gitmiştir, yitmiş midir?
Ve biz onların cenaze namazındayızdır. Ölüm kıblemizdir.
…
(Ölmeden evvel ölenler kimdir; aslında iki çeşit midir? Biri:
“Göklere yükselemeyen, nefsanî heveslere kapılmış kişi; beden sandığından kurtulup dışarı çıkınca da, bir mezardan başka bir mezara girmiş gibi olur! Yâni, dünyaya gönlünü kaptırmış, nefsanî duygularının esiri olmuş kişi, sadece bedeni ile yaşayan kimse kendi bedeninde; kendi beden sandığında mahpustur! Âdeta o, eceli gelmeden önce ölmüş; mezarına kendi bedeninin içine, beden sandığına gömülmüştür. Öteki âleme göçtüğü zaman da beden sandığından, ten mezarından kurtulup dışarı çıkacak; bu defa da toprak mezarına girecektir. Daha doğrusu, ten sandığından çıkacak, kabir sandığı olan tabuta girecek, toprağa gömülecektir.” (Hz. Mevlâna, Cevâhir-i Mesnevîyye I, Haz: Şefik Can, Ötüken Yayınları, İst. 2001, s. 170)
Benzer bir yorum, ulu bir velîden gelir:
“Gerçek ölü, Hakkın hayatının müşâhedesinin ve feyzinin sirayetinin kendisine eşlik etmediği kimsedir. Bu müşahede olmayınca o, hayatı kendisine nispet eder, çünkü Hak, böyle bir perdeli kişi için ölmüştür. Şu halde böyle bir insan, gerçek anlamda ölüdür.” (Sadreddin Konevî, Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, ter: Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İst. 2011,s. 175)
Bir başka Güzel, Feridüddin Attar Hz. şöyle buyurur; ölümün yüzünü gören kişi ve yakınları, “firavun imanının” nafileliği hakkında:
“Bir avuç hilebaz, ölüm haline gelen kişinin yüzünü hemen kıbleye çevirirler. Hâlbuki o bîhaberin asıl bundan önce, yani ölüm gelip çatmadan yüzünü kıbleye dönmesi gerekirdi. Yaprağı dökülmüş bir ağacı dikiyor, ölüm anındaki bir adamın yüzünü kıbleye döndürüyorsun. Bunun ona ne faydası var ki? Adamın yüzünü bu zamanda kıbleye döndürülürse o kişi cenabet ölür; bu saatten sonra temizlik umma. Maksat ölüm anından evvel yüzü kıbleye çevirmektir.”( H. Nur Artıran, Aşk Bir Davaya Benzer, Sufi Kitap, İstanbul 2013, s. 125 )
…
Kaçak güreşsek de sonunda geleceğimiz, döneceğimiz yerdir. Toplama noktasıdır. Bitiş ve başlangıçların bütünleştiği, ruhların yeni dünyalara açıldığı seferdir ölüm.
Emanet, fanilik, ayrılık duygularını; hayatın bir masaldan, hikâyeden ibaret durumunu, kısa bir rüya hâlini sezdiğimiz, Bakî’yi bütün şiddetiyle bağıran muhteşem bir serencamdır.
Her ölüm haberi teğet geçmez, dokunur dağıtır geçer.
Ölümle her buluşma, yüzleşme, hissediş rahatsız eder, ürpertir, soğutur ya da dereceli ateşlere salar. Gizli bir yara gibi durur can veriş, bitiş faslı, büyük sonsuz maceramızda.
Kiminde nefisle, hayatla ince çekişmeler, sürtüşmeler yaşanır. Belki kirler, paslar bir nebze dökülür. Tanrı’ya yaklaşılır; derûnda, ilişkimizin ne idüğü, sıhhati tartışılır.
Hayattayken ve hatta ölüyken edineceğimiz bilgi, göreceğimiz ilgi(!), ölüm tecrübesi, bıçak sırtı, kıl payı, geri dönüşler, malûm ve meçhuller, hepsi perişan eder bizi.
Musalla taşı, ömrün son demi; bizi aşan bir bedaheti, sınır ötesini, biçareliğimizi anımsatır. İlâhî Adaleti, yataydan dikeye geçişi, düşünce ve eylemlerimizin nihayetini. Dünyanın zehirli tırnaklarıyla kazıdığı ruhun karnesini, kalplerin kıratını.
Her ölü, bir mânâda saygıdeğerdir. Çünkü ‘insandır’. Duruşumuz, insana ve Âlemlerin Rabbine tâzimdir.
Cenaze namazı kılınır ve kabire giden yolda son kez sevgili bir selâm yollarız ölümsüz ruha, canlara.