Milli Gençlikle yazı serisi
Milli Gençlik, bir işi ve özellikle de “Hakkın tebliğini” kendi oluruna bırakmaz, o iş hakkında plan ve programlar yapar. Yaptığı bu plan ve programları mazeretler üreterek ertelemez, gereklerini yerine getirerek bir an önce oluşmasını sağlar. “Allah dininin koruyucusudur” diyerek kendini çalışmanın dışına itmez.
Elbette Allah dinin koruyucusudur ama biz kullarının da bu konuda emek ve çaba harcaması gerekmektedir.
Dinimizde buna “esbaba tevessül – şartlarını yerine getirme” denir. Allah’ın sünnetinin de bu yönde olduğunu iyi bilinmelidir. Bulut olmadan yağmurun yağmaması, tarlayı ekmeden hububat alınamaması, evlenmeden çocuk sahibi olunamaması gibi…
Emek ve çaba sarf etmesinin ikinci önemli yönü, Allah yolunda çalışanla çalışmayanın imtihana (sınav) tabi tutulması ve bu sınavı kazanmasıdır.
Öyle ya… “Cenneti kazanmak kolay değil, cehennem dahi lüzumsuz değil” dir.
Tebliğ yapmak her Müslüman’ın görevidir. Yaşlı genç, âlim cahil, erkek kadın herkes ama herkes bu görevi yapmakla mükelleftir.
Milli gençlik bilir ki, bir şeyin hak olması yeterli değildir. Hakkın, intak-ı Hak yani hakkın duyurulması – tanıtılması da en az hakkın kendisi kadar önemlidir.
Hakkı duymayan bilemez, bilmeyen inanmaz, inanmayan ise Hakk’a ve hakkı savunanlara bühtanda bulunur (kötülük besler)
ALMANYA’DAN BİR HATIRA
Bir ara (1982) yurtdışına Almanya’ya gitmiştim. Zannederim Hamburg’da Milli Görüşün camilerinden birini ziyaret ediyordum. Beni camide bir gençle tanıştırdılar. Adı Abdullah… Çevresinde ki Müslümanlar ona “Alman Abdullah” diyorlardı.
Kendisi daha önceleri Hıristiyan iken, gayretli kardeşlerimizin ilgilenmeleri ve İslam’ı anlatmaları sebebiyle Müslüman olmuş ve adını da değiştirerek Abdullah ismini almış.
Bizim Türkiye’den geldiğimiz duyunca, camide yanımıza gelerek kucakladı. Hem sevindi ve hem de üzüldü. Bu halini ise şu cümleleri ile açığa vurdu.
“Benim bir annem ve babam vardı. Onlar da İslam’a yatkın kimseler idi. Eğer kendilerine ulaşılmış ve kendilerine İslam anlatmış olsaydınız büyük bir ihtimalle onlar da Müslüman olacaklardı. Fakat heyhat… Onlar İslam’ı tanıyıp ona giremeden, Hıristiyan olarak öldüler. Ebedi (sonsuz) saadete gideceklerine ebedi felakete gittiler.
Bu anne ve babamın Hıristiyan olarak ölmesinin sebebi sizlersiniz. Niçin daha önce gelerek onlara da İslam’ı anlatmadınız?
Anne ve babamın Hıristiyan olarak ölmesi, sizlerin ihmalleriniz sebebi iledir ve ben bunun hesabını yarın Allah’ın huzurunda sizlerden soracağım” dedi.
Biz bu ithamın şiddetinden, ta iliklerimize kadar irkildik…
DAVET TEBLİĞİN AYRILMAZIDIR
Tebliğinizi yaptığınız kimselerin olgunlaşıp olgunlaşmadığını kontrol etmeniz lazımdır. Bir gün… Üç gün… Beş gün… Usanmadan, yılmadan hem kâl’imizle (sözümüzle) ve hem de hâlimizle (yaşayışımızla) tebliğimiz sürdürmeliyiz.
Tebliğ karşısında insan, su damlaları karşısında ki mermer gibidir. Ama mermer ne kadar sert de olsa su damlalarının biteviye (devamlı olarak) damlaması sonucunda mermer yüzeyinde önce hafif daha sonra derin bir çukur oluşmaya başlar. İşte bu çukurlaşma, katı maddenin su gibi latif bir madde karşısında yumuşaması örneğinde olduğu gibi insan da ne kadar sert olursa olsun bir gün yumuşayacaktır.
Bir Arap atasözünde bu durum; “Her deveyi ıhtıracak (oturtacak) bir deveci bulunur” şeklinde ifade edilmiştir.
İşte bu noktadan sonra artık “davet” faslı başlamıştır.
“Kardeşim… Seni de aramıza almaya hazırız. Arkadaşlarıma sende bahsetmiştim. Onlar da seni merak etmektedirler. Seni arkadaşlarımla tanıştırmak istiyorum” diyerek tebliğ muhatabı davet edilmelidir.
Davet edilen kişi Müslüman değilse onu İslam’a, Müslüman’sa hayatını İslam’a göre tanzim etmeye, İslam’ı yaşamaya çalışan birisine Emr-i bil mağruf (iyiliği emretmek) ve nehyi anil münker (kötülüklerden vazgeçirmek) yapmaya çağırmak gerekir.
Davete muhatap olan insanın daha önceki hayatından kalan yanlış davranışları olacaktır. Bu yanlışlar zamanla tedavi edilerek düzeltilmelidir. İlk etapta birçok prensipleri yapması kendine dayatılırsa davet geri tepebilir ve biz bir yanlışlığa imza atmış oluruz.
Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.v) bir Hadis-i Şeriflerinde; “Bir kişinin sizin elinizle hidayete ermesi, sizin iki ufuk çizgisi arasında (doğu ve batı) kızıl tüylü develere sahip olmanızdan iyidir” buyurması, tebliğin ve davetin ne kadar önemli olduklarını bildirmektedir.