Aslında kendimize çoğu defa çeşitli notlar veririz. Şahsımıza karşı bir algılama biçimimiz, hükmümüz; hakkımıza düşen, münasip gördüğümüz(!) bir puan, gizli-aşikâr derecelendirmeler vardır. Zamanla birikir ve yekûn bizi hiç beklenmedik, kerameti kendinden menkul “üstün(!) bir adam” konumuna getirebilir.
Hadiseler, davranış şekilleri, insanlar da bu indî, peşin yer biçme, esvap giydirme ve sathî nitelendirmelerden kurtulamaz. Fûzûli meraklar dışında, yönelmelerimiz tabiî, bir açıdan hayat iktizasıdır. Çünkü gelip geçici de olsa tecessüs, ilgi ve yaşama içgüdülerimizi doyurmak durumundayızdır. Bu sevinç, alâka söndüğü zaman âdeta robot gibi yaşamaya başlarız. İlgi; bağlantı ve bizi celbeden eden nesne hakkında bir fikrimizin, kanaatimizin de oluşmaya başlamasıdır.
Akıldânelikle, zamana notlar veririz. “Hey gidi günler hey!” derken nostaljinin, bir yüceltmenin eline vermişizdir duygularımızı, notumuz cömerttir belli. Ekseri etrafa rastgele puan yağdırır, değerlendirme yaparken; zâtımızı unuturuz.
Gün gelir, fazladan sayı verir, bazen düşürürüz. Çoğunlukla benliğimizi kayırma, imtiyazlı görme, tutma eğilimindeyizdir. Hakkâniyet, adalet duygusu; “adımız” için pek geçerli değildir.
Fakat bazen de, nefsimize karşı en zalim münekkidizdir. Kıyasıya eleştiririz. İşin en önemlisi esas tenkit edilecek, hizaya siygaya çekilecek zamanlarda değil de bunu gelişigüzel yaparız.
Zamanın kıymetlerine, çağdaş anlayışlara, popüler sürükleyişlere, geçerli söylemlere göre yan, yön, biçim değiştirir; başkalarıyla şartlarını bilmeden mukayese edip eşitler, seviyemizi muğlâk bir değere göre küçültürüz. Aşağılık duygusuyla, enerjimizi keseriz ara sıra.
Kendi şartlarını, aynadaki halini kimse hakkıyla lâyıkıyla göremez. Bu biraz da zannediyorum “Kendilik Bilgisine” sahip olmaya bağlı bir durumdur. Yani zaaflarını ve toplum yapısının aksaklıklarını bilen, bir takım üstün manevî değerlere bağlı olarak özünü zenginleştirmeye gelişmeye azmeden kişi; “merkez” ve odağından sıyrılmasına vesile olacak telâkkilerden, fiillerden; şahsına ve cemiyete karşı aşırı duygusal tonlardan, hissî dalgalanmalardan kaçınacaktır. Bir rotada, değerlerinin koruyuculuğunda temkinli ve ölçülü disiplinle hareket etmeye, yaşamaya çalışacaktır.
Not, bağlandığımız şeylere göre de değişir. Neyi seversek sevelim, sevgilerimiz hep yüksektedir. Önemsediğimiz hadise ve şahıslara karşı -gerçekleri göz önüne almayarak-kıymetlerini arttırma payımız fazladır; kimine paha biçemeyiz. Hâlbuki hayat, bizim ve karşının bilgisini(!) sınayarak imtihan eder, ayar ölçüm yapar ve umulmadık sonuçlarla karşılaştırır. Devran koyduğu mesafeyle, önümüze çıkardığı engellerle güvenirliğimizi dener, sevgimizi tartar.
Çetele tutsak, ne çok iniş çıkış yaşarız. En doğrusu, herhâlde şaşmazlığımıza(!); akıl ve birikimimize, dünyadan muhataplarımızdan her halükârda bir parmak üstünlüğümüze(!) belki de fazlaca güvenmemek, bir itidal payıyla sakınmak ya da ne bileyim yeni bir sözlü yazılıyı(!), hareket(lenmey)i beklemektir.
Hayattaki “öğretmenlerimizin” kimliğini, niteliğini sorgulamaktır. Hangi kıstaslara; dünya mı ahret hesabına mı, çiğ ham bir gençlik duygusuyla mı, olgunlaşmamış bir yaşlılığın sevkiyle mi hareket ettiğimizi; fikir hercümercimize, muhtemel insanî denge(sizliği)mize, gönlümüzün aslî temel değerlerine göre mi tavır aldığımızı görmektir. Hesap ve hedeflerimizi, fiillerimizin veçhesi ve istikametini gözetmek, sınırlı ömrümüz üzerine titizlenmektir.
Geriye dönüp, mazideki hâlini görmek biraz daha şans getirse, yani daha net değerlendirme imkânı sunsa da; gene de hissî yalpalanmadan, tarafgirlikten berî değildir.
Gelecek ise Yüce Allah’ın tasarrufundadır. Öngörülerimizin isabeti var mıdır, genellikle müspet başarılar yüklediğimiz “istikbal ben’i” nasıldır nicedir bilemeyiz.
Ve elbette bize hakikî puanlarımızı, not düşecek veya madalya(!) bağışlayacak olan zamanı, daha önemlisi de zaman ötesinin dökümünü veremez.
Elçi ve kılavuzların; Kutsal Kitabın sözlerine dayandığımız; topyekûn dünyadaki ahvalimizin değerlendirildiği ahret zamanı ise hepten meçhuldür.
Her şeyi bir tarafa bırakıp; “Sizin, sağa sola üstünkörü verdiğiniz, keyfîce dağıttığınız allâme(!) notları nasıldır?” diye sorarsanız; “Ne yalan söylemeli, epeyce kıttır” derim.