Konuşulan dil “zehir” gibiydi...
Kurulan “cümleler” keskin kılıç gibiydi...
Verilen “sözler” hayal de olsa, rüya gibiydi...
23 Haziran’da, yani dün bunların hepsi bitti...
Bu yazıyı yazarken, İstanbullular sandıklara gidiyor, oylarını kullanıyorlardı...
Memlekete, özellikle de İstanbul’a hayırlı olsun.
xxx
Ben meselenin başka tarafındayım...
Seçim öncesi kullanılan zehirli dil, beni olduğu gibi, ülkede yaşayan 81 milyonu da rahatsız ettiğinden yana zerre kuşkum yok...
Özellikle 31 Mart seçimlerinden önce ve sonra kullanılan sözler, kurulan cümleler, İstanbul seçimlerine de direk yansıdı ve siyasiler birbirlerine ve bu millete yakışmayacak laflar ettiler...
Şu da bir gerçek ki, bu dil bugünkü siyasetçilere mahsus bir dil değil, geçmişteki siyasetçiler de bu dili kullanmaktan geri kalmadılar, ama bir farkla; bu kadar bel altı vuruşlar yapmadılar...
Ben bu dili burada yazmaktan “ar” duyarım...
İnşallah bugünden itibaren daha yumuşak, daha tatlı bir dil kullanır siyasetçiler...
Çünkü, Türk insanına yakışmıyor...
Hele Müslümanlara hiç yakışmıyor...
Yukarıda da belirttiğim gibi, kullanılan bu dil sadece bugüne mahsus değil, ama gönül bu sert dilin yumuşamasından yana...
Ülkemizde siyasetçiler, özellikle partilerin liderleri ve sözcüleri gereksiz derecede dillerini zehirleştirerek, dahası bu dili sürekli kullanarak kazanacaklarını sanıyorlarsa, bilsinler ki, müthiş kaybediyorlar!
Oy kaybediyorlar...
İnsan kaybediyorlar...
Cazibe kaybediyorlar...
Sevgi kaybediyorlar...
Güven kaybediyorlar...
Sonuç olarak, kendi lehlerine olacağını zannettikleri her şeyi kaybediyorlar, ama farkında değiller...
Gözleri öyle dönmüş ki, babalarını bile tanımıyorlar!
Bu dili kullanarak, belki isteyerek, belki istemeyerek, belki bilinçli, belki bilinçsiz, bu ülkenin insanını ayrıştırıyorlar, bu ülkenin insanını düşmanlaştırıyorlar, bu ülkenin insanını cepheleştiriyorlar...
Dahası bu ülkeyi bölüyorlar...
Dolayısıyla bu dil zehirli bir dil, bu dil yapan değil yıkan bir dil...
Bu dil benim ülkemin politikacı ve siyasetçisine de, topçusu ve popçusuna da, tiyatrocusu ve sinemacısına da, gazeteci ve yazarına da, milleti ve vekiline de yakışan bir dil değil...
Uzatmayacağım; hem söylemlerimizle, hem eylemlerimizle normale dönmeliyiz...
Çünkü, bu ülkenin binbir sorunu varken, daha doğrusu Karadeniz haricinde bütün sınırları sıkıntılıyken, bizim tek vücut olmamız gerekirken, bizim kenetlenmemiz gerekirken, biz olup bir olmamız gerekirken, biz hala “elimiz işte gözümüz oynaşta!”durumlarındayız...
Seçimler bitti...
Olanca gücümüzle normale dönmek için küreklere asılmalıyız...
Olanca gücümüzle birlik ve beraberliğe koşmalıyız...
Olanca gücümüzle dış mihraklara karşı kale gibi durmalıyız...
Olanca gücümüzle gruplaşmalardan, bölünmüşlüklerden, siyasallaşmalardan kaçmalıyız...
Hem partiler, hem parti liderleri, hem de ülkemiz kesinlikle fabrika ayarlarına dönmeli...
Hem de kazanan kim olursa olsun...
İster Binali Yıldırım, ister Ekrem İmamoğlu...
Aksini söylemeye gerek bile yok...
Çünkü, ülkem SI-KIN-TI-LI...
Daha ne söyleyebilirim ki.