Çok keskin bir zekâya sahipti, idrak derinliği kuvvetliydi. Özgünlüğü; özgüveninin sonsuz olmasıydı.
Fikir hayatı, ikiye ayrılmıştı. Özellikle 1922-1934 dönemlerinde modernizmi kriz aşamasında yaşamış, bunalan, ferdiyetçi bir sanatkârdı. Gündüzden (gerçekten) kaçıp, geceye sığınan, dünyaya sığamayan bir adamdı. Korkular, vehimler, sanrılar içinde yüzüyordu; kafa istirahatı görmemişti, doyumsuzdu.
Kaldırımlar, o dönemdendir. Gene “Rahatlık senin deden; Benim annem vesvese” dediği Ukde şiiri, sıkıntı, ruh patlamalarını aşikâr ediyordu. “Hep kesiklik, eksiklik,/ Hadisede hadise./ Nasıl alsın deryayı;/ Kafa bir küçük kâse…”
Çileli arayışı ve bekleyişi sürüyordu. “Söndürün lâmbaları, uzaklara gideyim; / Nurdan bir şehir gibi ruhumu seyredeyim,/ Pırıl pırıl,/Pırıl pırıl…” diyordu Sayıklama şiirinde.
1934’te, “Abdülhakim Arvasi Hazretleriyle” tanışmasından sonra; sonuçsuz arayışı bitti, sancıları dindi. “Ezilmiş böcekleşme” kıskacından, “insanlaşma” sürecine terfi etmiş; bohemden mümin hayatına geçmiş, manevî hazların engin zevkine erişmişti.
Beşeri sınırlayan modernizmin; vahiyden bağımsız bir bilginin, kaba çıplak aklın, kapitalizmin, makinenin emrinde değildi. İnsan ki çamurdan yaratılmıştı ama değerliydi, süflî boyuttan ulvî boyuta yükselebilirdi. “Artık gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuyordu”. Asıl Cennet’i keşfetmişti. Mutlak İslâm’la donanınca, şuurlu ve uyarıcıydı. Kazanımlarıyla, içleştirdiği gerçekle kalabalıklara yön verebiliyordu.
“Göklerin bir sırrı var,/ Onu arıyor yollar.” dediği, “Yollar ve Gökler” şiiri; onun kutlu yolculuğunun mahsullerindendi. Şiirin hitamında; “Yollar, beni vardırın! Gökler, tutup kaldırın!” diyerek nihaî hedefini dile getiriyordu.
Ancak anlaşılamamış, kolayca yargılanmıştı. İslâmi hassasiyeti olan kesimlerce “Cahiliye” denilerek, ilk dönemi reddedildi. Öte tarafça, “Sabık Şair, Süper Mürşit” diye alaya alındı. Son günlerde ise çağdaşlıktan başı dönmüş, bir hoş olmuş sağ kesimin de katkısıyla; varlığı, izleri silinmeye, unutturulmaya çalışıldı.
İç düzenini kuran Necip Fazıl, lider ülke Türkiye öncülüğünde(Büyük Doğu Projesini üreterek); dış nizamı da inşa etmeye çalışacaktı. Hareket adamıydı, zorlu bir mücadeleye girişmişti. Korkusuzdu.
“Yürü altun nesli, o tunç Oğuz’un!/ Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun./ Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un! Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!” mısraları; “Hz. Muhammed’in nurlu, ışıklı yolunu; “İslam’ı yayma ve dünyaya nizam verme” ülküsünü dile getiriyordu.
Türk şiirinin devlerinden Necip Fazıl’a vefa borcumuz, şüphesiz kolay ödenmezdi. Geçtiğimiz Cumartesi günü, “105. Doğum Yıldönümünde Necip Fazıl Şiirini”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nurullah Çetin anlattı. TYB’nin güzel faaliyetlerinden biri dahaydı.
Poetika’sında; “Şiir, mutlak hakikatı aramakta, fevkalâde sarp ve dolambaçlı, fakat kestirme ve imtiyazlı bir keçi yoludur. Oradan kalabalıklar değil, gözcüler, işaret memurları ve kılavuzlar geçer. Şiir söyleyen, onu gerçek söyleyen, kılavuzdur.” ; “maddî ve manevî, eşya ve hâdiselerin mâverasında karargâh olan mutlak hakikat kapısı önünde, ebedî bir fener alayı… Şiir budur” diyordu.
O; şiirinin ihtişamıyla ve seçkin mücadelesiyle, göz alıcı kılavuzlarımızdan biri olmaya şüphesiz devam edecekti. Takipçileri ve özlediği gençlikse elbette gelecekti.