Tarihin hiç bir döneminde dost olmamış olsaydık, şimdi bu yabancılığı böyle yabancılamazdım. Her zaman uzaktan gördüğüm, tanıdığım, bildiğim bir sima olurdun o zaman sadece. Yalnızca bir sima. Garip gelmezdi şimdiki yabancılık. Garipsemezdim.
Oysa biz dosttuk. Dost! Nasıl unuturum? Aslan payını bölüp de onu benimle paylaştığın ekmeğin tadını, soğuk bir gecede sırtından çıkartıp benim üzerime örttüğün ceketin sıcaklığını, kalbinin orta yerinde bana olan sevgini can suyu yaparak yetiştirdiğin yüce ağaçları, yeşil bitkileri, şifalı meyveleri... Unutulacak şey var, unutulmayacak şey var. Onlar, unutulmayacak olanlardan. Nasıl unuturum? Tarihi baştan yazabilir miyiz sanki?
Yanlış anlaşılmasın. O ekmeği, ceketi ve sevgiyi aldığım, yani yalnızca 'aldığım' bir dostluk da değildi bu, öyle bencil ve tek taraflı. Fakat o alışverişi bir paylaşım haline getiren unsurlardan; kendi verdiklerimden nasıl söz edebilirim şimdi sana? Gönülden verilen hiç bir şey bir vermekten; eksilişten ve azalıştan sayılamayacakken, ben sana ne vermiş olabilirim ki zaten, gönlümden kopmayan? Yapılmış olan iyiliklerin 'lafını yapmak' benlik değil. Senlik de değildi eskiden. 20 yıl önce benim için pişirdiğin yemeklerin faturasını şimdi önüme koyuyor olman da, işte hep o uğursuz gecenin etkisinden dolayı, biliyorum. Tutulmaktan çok tuttuğun; yakalanmaktan çok uzanıp yakaladığın lanetten dolayı.
Artık ne olduysa... O uğursuz lanete yakalandın. Fakat dedim ya, sorumluluğun hepsini de bir lanete atmamalı. Belki de, yalnızca yanından geçip gitmekte olan bir şeyi, kendi isteğinle uzanıp tuttun sen. Yakalanmadın; yakaladın. Dört elle, bile isteye yakaladın o laneti. Zaten hep kendin demez miydin, her olayda en az iki sorumlunun olduğunu. O halde, tutulan da sensin, tutan da. Yakalanan da, yakalayan da...
O kadim dostluğu kendi ellerinle kaldırıp defnettin ve toprağa gömdün bir gece ben uyurken. Uyuyordum işte, uykudaydım! Yoksa izin verir miydim bunu yapmana hiç? Uyku ki, yarı ölüm halidir. O halimi fırsat bilip koskoca dostluğu toprağa verdin, canlı canlı. İçin hiç acımadı mı?
Bir yandan... Hala o eski dostluktan kalma bazı sözleri duyuyorum ağzından, ara ara. Eski bir alışkanlık, tabii. Öldürdüğün dostluğun eline bulaşan kanını hala temizleyememiş olduğundan olsa gerek, oradan. Fakat, gözler kalbin aynasıdır, demişler ya... Eski ve artık ölmüş olan dostluğun hiç bir bakışı kalmamış gözlerinin içinde şimdi. Bir yabancı, ayni iki gözün içinden bakıyor bana, o eski sözleri laf gelimi söylerken bile. O laflara inanmıyorum bu yüzden.
Bir gün bu laneti üzerinden atacağına da inanmıyorum. Zira öyle bir isteğinin olmadığını biliyorum. Sahibini memnun eden bir kölesin artık; şeytanını. Ne vaad etmişse sana artık... Neyin uğruna öldürdüysen o eski dostluğu?
Ama bak sana bir şeyi hatırlatayım, eski bir dostun olarak.
(Hesap günü) İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: "Doğrusu, size gerçek olan va’adi, Allah va’ad etti. (Evet) Ben de size va’adde bulundum, ama sizi aldatıp yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, sadece size (vesvese üfleyip kötülüğe) davet ettim, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, kendi nefislerinizi kınayın. (Artık) Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da kabul etmemiştim. (Çünkü ben, Allah’ın varlığını ve iman esaslarını zaten bilmekteydim!..) Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azap vardır. (Herkes müstahak olduğu akıbete erişecektir.)" (İbrahim, 22)
*
Peki ya ben... Nasıl unuturum?