Müslümanlar bu günlerde ne gibi bir sıkıntılar çekiyorlarsa, bunun sebebi son 2 yüzyıldır kendilerinden fert ve toplum olarak beklenen çok şeyleri yaptıkları veya yapamadıkları içindir.
Yaptıklarından olumlu olanları günü geldiğinde, mutlaka amel defterlerinin ilgili bölümlerinde eksiksiz bir şekilde bulacaklardır.
Elbette hiç yapmadıklarını da aynı şekilde bulacaklar.
Ama bir de yapmaya güç yetirdikleri halde hiçbir zaman yapamadıkları bir husus var ki, bununla nasıl yüzleşilebilecek, gerçekten üzerinde düşünmeye değer.
Müslümanların bu günlere kadar çok kere fırsat buldukları halde yapamadıkları şey kendilerini sorgulamaktır.
Çünkü bu ülkede yaşayan Müslümanların çok büyük bir kesimi, kendilerini itikadî yönden Maturidi mezhebine nispet etmelerine rağmen inanışlarının aksine, kaderiye ve cebriye mezhebi mensubu gibi davranmaktan vazgeçmezler.
İşlerine geldiğinde Kaderiye Mezhebi mensubu gibi davranarak, Cenabı Allah'ın(cc) nesneleri ve olayları özellikle sorumluluk doğuran beşerî fiilleri ezelde planlayıp, zamanı gelince yaratmasına inanan itikadî meselelerin yorumunda akla ve iradeye öncelik verecek şekilde davranırlar.
Yine işlerine geldiğinde ise, irade ve kader gibi konularda iyi ile kötünün doğrudan Cenabı Allah'tan(cc) geldiğini her Müslüman gibi kabul ederler.
Aynı zamanda da olayların ortaya çıkmasında kendilerinin iradelerinin de payı olduğunu bilmelerine rağmen, sorumluluktan kaçmak için insan eli ile gerçekleştirdikleri fiillerin aslında Cenabı Allah'ın(cc) ezeli takdiri olduğunu ve insanlara düşenin olanı biteni kabullenme olduğunu savunur bir duruma geliverirler.
İnançlarının gereği olarak belli bir özerklikle donatıldıklarını kabul etmiş olmalarına rağmen konu yeryüzünde hâkimiyet ve iktidar ilişkileri olduğunda, yapıp ettiklerinden veya desteklediklerinin yaptıklarından sorumlu değillermiş gibi davranmayı tercih ederler.
Klasik Osmanlı dönemi ve öncesinde böyle savrulmaların nerede ise yok denecek kadar az olduğu, sonraki dönemlerde Müslümanların devlet ve yöneticiler hakkındaki ihtilaflarının keskinleştiği dönemlerde ise dönemler arası devamlılıklar ve kopuşlar olmasına rağmen değişik senaryolar oluşturarak kendilerini sorumluluk makamından azade kılabilmek için kendilerini sorgulamaktan kaçınma yolunu tercih eder duruma getirilmişlerdir.
Oysaki uzun sayılacak tarihsel bir dönem geçirilmemiş olmasına rağmen içine düştükleri bu durum itikadî yönden olmasa bile sosyal yönden toplumun tümüyle çökertildiği, mahalli imkânların bile iktidarı temsil eden güçler tarafından şiddetli bir baskı ile ellerinden alınması gibi bir sonucu doğurmuştur.
Güya bu davranışlarıyla devletin içinde la dini seküler gruplara karşı yeni bir hegemonik blok kurabileceklerini ve ancak bu şekilde bir değişim ve yönetim tecrübesine sahip olabileceklerini zorunluluk olarak görenlerin Müslümanlar arasında çoğunluk olduğuna insanları inandırma yolunu seçmişlerdir.
Bu anlamdaki bir davranış biçiminin bu ülkedeki Müslümanların bekasını garanti altına alınmasında tek yol gibi görenlerin popülizmine sonradan muhafazakârlık adı verilmiş olmasına rağmen, gerçek durum tam anlamı ile oportünizmden başka bir şey değildir.
Bir anlamda karşılaşılan zorlu durumlar karşısında, kişisel veya toplumsal davranışlarının inanç ve ahlak ilkelerine göre değil de, kişisel çıkarlarına en uygun düşecek biçimde ayarlayan tutum olarak tarif edilen bu davranış biçiminin gerçek adı kaytarmacılıktan başka bir şey değildir.
Adı padişahlıkta olsa dini kurallarla yönetilen bir imparatorluğun tebaasından çıkıp, seküler yapılanmayı zorunlu gören bir devletin bir vatandaşlığına dönüşen Müslümanlara bu süreç içinde devlet tarafından uygulanan şiddet Müslümanlar arasındaki ilişkilerinin de farklılaştırılmasına yol açmıştır.
Bu farklılaşma zamanla devletlerin kurucu mottosu olan “Ya istiklal ya Ölüm” düşüncesini n insanlar arasında nerede ise tamamen yok olmasına ve toplumların temelinde yer alan hâkimiyet düşüncesini kendi elleri ile imha ederek, pasif vatandaşlığa dayalı mağduriyet ve maduniyet hikâyeleri üretilmiştir.
FARKINDA MIYIZ?
Müslümanların geçen yüzyıldaki savrulmaları öylesine garip bir hal almıştır ki, Müslüman toplumların oluşturduğu cemaatler arası asgari ilişkilerin unutulması bir yana, vatandaşlık ilişkilerinin bile ortadan kalkmasına kadar varmıştır.
İttihatçılık döneminde Osmanlı tebaası olan Müslümanlarda görülen savrulmalardan sonra, cumhuriyetin kurucu iradesi olarak ortaya çıkan Kemalizm, Türkiye sınırları içindekiler kadar, sınırlar dışında bırakılan Müslümanlar arasında da önemli kopuşlar ve savrulmalar meydana getirmiştir.