“Veya seküler toplumsal Müslümanlık”
Osmanlı coğrafyası ve diğer İslam ülkelerinde yaşanan adı reform olan ve devlet gücüyle topluma kabul ettirilmeye çalışılan kanun ve kurallar sonucunda yaşanan travmalar 200 yıldır devam etmektedir.
İslam halifeliğinden monarşiye, monarşiden cumhuriyete, cumhuriyetten ulus devlete, ulus devletten parlamenter sisteme, parlamenter sistemden kapitalist devlete geçiş Müslümanların siyasal hayatlarından daha fazla dini inanç ve kabullerinde değişime sebep olmuştur.
Hâkimiyetin Padişahtan alınıp kayıtsız ve şartsız millete devredildiği iddia edilmesine rağmen insanların kafasındaki kutsal devlet ve kutlu idareci mefhumu Tanzimat’tan bu yana hiç değişmemiştir.
Adı Reform olan her değişim ve insanları devlete daha fazla aidiyet sağlamaya çalışmaktan öte gitmemiştir.
Osmanlı Devletinin yıkılmasından sonra bile Ortadoğu ve Balkanlar’da yaşanan gelişmeler devlet düşüncesi doğrultusunda Ümmet ve İslamcılık düşüncesini tam anlamı ile yok edemediği için Osmanlının dağılması yüz yıldan daha uzun sürmüştür.
Tanzimat Dönemi ile başlayan seküler yaşam pratiği bir taraftan Müslümanlar arasında farklı dinlere mensup olmalarına rağmen dil, ırk, renk, cinsiyet ve benzeri sebeplerle olduğu gibi dinî inançları açısından ayrım gözetilmemesini sağlarken diğer taraftan örf, adet ve inançlarda kendinden olmayana benzeme hatta özenmeyi doğurmuştur.
3 Mart 1924 tarihinde yapılan görüşmelerle Hilafet kaldırılarak egemenliğin millete ait olduğu vurgulanmış ve insanların kanun önünde eşit olma süreçleri tamamlanmış, vicdan ve ibadet hürriyetleri yasal koruma altına alınmış sayılsa da, kanunda yazılı olduğu şekliyle “Kimsenin mensup olduğu din, mezhep tarikat ve felsefî içtihadından dolayı sorgulanamayacağı, güvenlik ve toplumsal muaşeret ilkelerine ve kanunlara aykırı olmayan her türlü dinî ayinin serbest olduğu” ilkesi tam olarak uygulanmamıştır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim ve öğretim kurumları birleştirildikten sonra ön hazırlıkları tamamlanan Medeni Kanunla Ekim 1926’da Lâiklik ilkesinin uygulamalarına geçilmiştir.
Batı düşüncesini körü körüne takip etmeyi ilericilik, aydınlanma ve reform zanneden düşüncenin devlet hayatına pozitivizm adına hâkim olmasıyla birlikte baskın düşünce olan lâiklik ile sekülerizmin özdeş görülme hatasına düşülmüştür.
Bu hatalar sonucunda lâiklik tarif edildiği şekliyle değil de din dışı her siyasi, felsefî her türlü görüşün dini değerlere karşı bir dayatma şeklinde uygulanmasıyla bir arada yaşamayı sağlayacak olan tarafsız devlet yerine dinî vecibelerden olan ibadetlerin açıktan yapılmasına dahi tolere edilmeden insanların ve toplumun fıtratı değiştirilmeye çalışılmıştır.
Bu seküler baskıcı yönetim tarzı sonuçta hiç de arzu edilmediği halde Milleti laik-anti laik, inançlı-inançsız, dine saygılı-saygısız, mezhepli-mezhepsiz bir ayrıma sürüklemiş, hatta dinî, felsefî, siyasi tasavvurlara sahip olanlar ile hiçbir dini öğretiye inanmayanların bile kendi aralarında bölünmelerine ve kavgalarına sebep olmuştur.
Türkiye’de son yüzyılda laiklik ve sekülerizm kavramı Roger Garaudy’nin (Entegrizm: Kültürel İntihar) kitabında anlattığı şekliyle “Batı Fundamentalizminin Bir Veçhesi Olarak köktenci bir öğretiye dönüşüp, dinî değerlerin bir anlamı kalmadığını, bütün değerlerden arınmış bir bilim tasavvuruyla yeni seküler bir din” olarak uygulanmıştır.
FARKINDA MIYIZ?
Yüzyıldan daha uzun bir süredir peşinde olduğumuz batı ülkelerinde lâiklik, siyasi ve hukuki bir ilke olarak devletin örgütlenmesinde sosyal barışı temin ederken bizde tam aksine sekülerizm mefhumu ile özdeş olarak kullanılarak vatandaşları bölen ana kavram olagelmiştir.
Devletin baskıcı uygulamalarına tepki olarak Müslümanların her bir cemaat veya meşrebinin sahih dinî tasavvurun sadece kendilerine ait olduğu iddiasıyla birbirinden kopuk hatta düşman olan farklı dini gruplara-fırkalara-cemaatlere ve hiziplere ayrışması karşı çıktıkları seküler yaşamın ta kendisi olmuştur.