2010 TYB Hikâye ödülü, Muhtemel Menkıbeler isimli eseriyle Sayın Mehmet Harmancı’nın. Değerli yazarı, bu başarısından dolayı kutluyor; kitabı hakkındaki duygu ve düşüncelerimi içeren bir yazımı sunuyorum.
…
Mehmet Harmancı; alışılageldik, kalıplı öykü ve öykücü anlayışımızı zorlayan, sözü azaltıp, mânâsını geniş tutmaya önem veren bir yazar.
Okuru müteyakkız olmaya çağıran; baki’ye, hakikate, sonsuza işaret eden, derinlikli, yönlendirici öyküler.
Yeni kitabı “Muhtemel Menkıbeler” bu “yürekli”, ironinin baskısını hissettiren metinlerden oluşuyor.
Kitabın en tesirli öykülerinden “Biz de Ali’yi Severiz Hem de Nasıl”; ismiyle bile etkileyici, türlü çağrışımlara açık, dikey bir boyuta taşınmaya aracılık eden, belki kimi okur üzerinde yeni mânâ doğumları gerçekleştiren bir öykü.
“Yemen ellerinin bildiği, turnaların gördüğü Ali’yi”, insanoğlu bilmez mi, sevmez mi?
Beni Seviyor musun? Hem de Nasıl.
Ali’yi seviyor musun? Hem de nasıl.
Sadece Siz mi; “Biz de Ali’yi Severiz Hem de Nasıl”
“Hz. Ali’yle iletişim için telefon bağlatan adam, ilk başlarda Hz. Musa-Çoban kıssasındaki, Allah’ı halisâne seven Çoban’ın safiyetini yahut telefonu açıp “Aloo Melekler! Bana çabuk Allah’ı bağlayın” dedikten ve Cennette kendisine mutena bir yer ayrılmasını istedikten sonra akabinde Hakka yürüyen bir meczubu hatırlatıyor mesela.
Hâlbuki o kısacık öykünün sonunda, telefonu kapattırmak teklifine karşı, sevdalı adam gürlüyor:
“Ali’nin hürmetine açtırılanı kimin haddine kapattırmak! Hem onun her çalışında ben, Hz. Ali’nin Hayber kapısını omuzladığında kapının tokmağının çıkardığı şıngırtıyı duyuyorum!”
Belki de aradığımız bir gönül ritmi, aşkın habercisi bir âhenktir. Bu Ali de veli de, telefon tellerinde, telgraf direğinde, tüm varlık serencamında, şüphesiz Elif’e yazılmış ateşin kalplerdedir.
Öykü, simgesel bir dille çağın tüketen, ruhu tahrip eden, göğü delmeye kalkan benlik hızıyla yaşayanların karşısına; bir gönül hızıyla Hz. Ali’ye, ebediyete ulaşanları, Hazreti Ali’nin batıla, şerre karşı direncini, Muhammedî Yolu çıkarıyor. Mevcudatta Allah tecellisini gören, bizim anladığımız aklı yırtan, bir âşıklık mertebesini hissettiren bir yazım.
Yazar, kitapta bizi içine çekmeye çalıştığı şey için türlü yollar deniyor. Şaşırtıcı bir hamleyle öne çıkarıp, dikkat çektiği, tek veya bir iki cümlelik özlü sözlerle de, herhalde okuru arka planı görmeye, beyaz sayfayı katılımcı ak düşüncelerle doldurup, muhtemel hikâyeler yazmaya teşvik ediyor.
O bildik, aşina kavramlar, menkıbeler, göndermeler, gelenek kökü, sırasında Yunan mitolojisi; bir taşı yerinden oynatıyor, bazen şifre olup, kapı aralıyor. Üç beş cümle büyüyüp, size çağların, zamansız mekânsız yücelerin sesini, aşkını, Leylaları getiriyor.
“Bastığın yer yeşeriyor. “Hızır sensin.” derken, dışımızda mı yoksa içimizdeki Hızır’a mı sesleniyor.(Hızır Bulundu)
Kitap sanırım, yazarın öykü anlayışı, ortam, öykücünün görevine dair ipuçları da veriyor: Godot’u Bekler gibi, öykü beklenmez; “çünkü hep oradadır”(Öyküyü Beklerken)
“….bir gün gelecek(..) âdemoğlu dengeyi yitirecek, karayla ak, karanlıkla aydınlık karışacak, mesafe kaybolacak, söz dağılacak.işte o gün çoğu insan kendi öyküsünü anlatmaya kalkışacak. ‘her insanın kendi öyküsünü yaşadığı gibi her öykünün de kendi insanını aradığı gerçeği unutulacak. Anlatan çoğalacak, dinleyen nerdeyse hiç kalmayacak.( Okurunu Arayan Öyküler)
Yunus’tan mülhem: “Hikâye ola kese savaşı/ Hikâye ola kestire başı/ Hikâye ola ağulu aşı/ Yağ u bal ide bir menkıbe”( Hurafenin Hikâyesi Kassandra’nın Nesi, sh. 77)
Modernizmin yarattığı yozlaşmaya; dolmuş müziğine, hurafelere sıkışmış arabesk hayatlara; muhafazakâr(!) kalplerin diktiği, tapındığı envai çeşit türbeye; amansız dünyevîleşmeye; aşksızlığa; kutsallaştırılan akla ve bilime mukabil tam tersi bir okumayla aşkın yükselişi, ölümsüzlüğüne dair bir güzellik başkaldırışı, harmanı, hatırlatışı olan rayihalı öyküler…
Hece Yayınlarından.
…
Mehmet Harmancı; alışılageldik, kalıplı öykü ve öykücü anlayışımızı zorlayan, sözü azaltıp, mânâsını geniş tutmaya önem veren bir yazar.
Okuru müteyakkız olmaya çağıran; baki’ye, hakikate, sonsuza işaret eden, derinlikli, yönlendirici öyküler.
Yeni kitabı “Muhtemel Menkıbeler” bu “yürekli”, ironinin baskısını hissettiren metinlerden oluşuyor.
Kitabın en tesirli öykülerinden “Biz de Ali’yi Severiz Hem de Nasıl”; ismiyle bile etkileyici, türlü çağrışımlara açık, dikey bir boyuta taşınmaya aracılık eden, belki kimi okur üzerinde yeni mânâ doğumları gerçekleştiren bir öykü.
“Yemen ellerinin bildiği, turnaların gördüğü Ali’yi”, insanoğlu bilmez mi, sevmez mi?
Beni Seviyor musun? Hem de Nasıl.
Ali’yi seviyor musun? Hem de nasıl.
Sadece Siz mi; “Biz de Ali’yi Severiz Hem de Nasıl”
“Hz. Ali’yle iletişim için telefon bağlatan adam, ilk başlarda Hz. Musa-Çoban kıssasındaki, Allah’ı halisâne seven Çoban’ın safiyetini yahut telefonu açıp “Aloo Melekler! Bana çabuk Allah’ı bağlayın” dedikten ve Cennette kendisine mutena bir yer ayrılmasını istedikten sonra akabinde Hakka yürüyen bir meczubu hatırlatıyor mesela.
Hâlbuki o kısacık öykünün sonunda, telefonu kapattırmak teklifine karşı, sevdalı adam gürlüyor:
“Ali’nin hürmetine açtırılanı kimin haddine kapattırmak! Hem onun her çalışında ben, Hz. Ali’nin Hayber kapısını omuzladığında kapının tokmağının çıkardığı şıngırtıyı duyuyorum!”
Belki de aradığımız bir gönül ritmi, aşkın habercisi bir âhenktir. Bu Ali de veli de, telefon tellerinde, telgraf direğinde, tüm varlık serencamında, şüphesiz Elif’e yazılmış ateşin kalplerdedir.
Öykü, simgesel bir dille çağın tüketen, ruhu tahrip eden, göğü delmeye kalkan benlik hızıyla yaşayanların karşısına; bir gönül hızıyla Hz. Ali’ye, ebediyete ulaşanları, Hazreti Ali’nin batıla, şerre karşı direncini, Muhammedî Yolu çıkarıyor. Mevcudatta Allah tecellisini gören, bizim anladığımız aklı yırtan, bir âşıklık mertebesini hissettiren bir yazım.
Yazar, kitapta bizi içine çekmeye çalıştığı şey için türlü yollar deniyor. Şaşırtıcı bir hamleyle öne çıkarıp, dikkat çektiği, tek veya bir iki cümlelik özlü sözlerle de, herhalde okuru arka planı görmeye, beyaz sayfayı katılımcı ak düşüncelerle doldurup, muhtemel hikâyeler yazmaya teşvik ediyor.
O bildik, aşina kavramlar, menkıbeler, göndermeler, gelenek kökü, sırasında Yunan mitolojisi; bir taşı yerinden oynatıyor, bazen şifre olup, kapı aralıyor. Üç beş cümle büyüyüp, size çağların, zamansız mekânsız yücelerin sesini, aşkını, Leylaları getiriyor.
“Bastığın yer yeşeriyor. “Hızır sensin.” derken, dışımızda mı yoksa içimizdeki Hızır’a mı sesleniyor.(Hızır Bulundu)
Kitap sanırım, yazarın öykü anlayışı, ortam, öykücünün görevine dair ipuçları da veriyor: Godot’u Bekler gibi, öykü beklenmez; “çünkü hep oradadır”(Öyküyü Beklerken)
“….bir gün gelecek(..) âdemoğlu dengeyi yitirecek, karayla ak, karanlıkla aydınlık karışacak, mesafe kaybolacak, söz dağılacak.işte o gün çoğu insan kendi öyküsünü anlatmaya kalkışacak. ‘her insanın kendi öyküsünü yaşadığı gibi her öykünün de kendi insanını aradığı gerçeği unutulacak. Anlatan çoğalacak, dinleyen nerdeyse hiç kalmayacak.( Okurunu Arayan Öyküler)
Yunus’tan mülhem: “Hikâye ola kese savaşı/ Hikâye ola kestire başı/ Hikâye ola ağulu aşı/ Yağ u bal ide bir menkıbe”( Hurafenin Hikâyesi Kassandra’nın Nesi, sh. 77)
Modernizmin yarattığı yozlaşmaya; dolmuş müziğine, hurafelere sıkışmış arabesk hayatlara; muhafazakâr(!) kalplerin diktiği, tapındığı envai çeşit türbeye; amansız dünyevîleşmeye; aşksızlığa; kutsallaştırılan akla ve bilime mukabil tam tersi bir okumayla aşkın yükselişi, ölümsüzlüğüne dair bir güzellik başkaldırışı, harmanı, hatırlatışı olan rayihalı öyküler…
Hece Yayınlarından.