En son 12 Eylül darbesi ile 28 Şubat post modern darbesi nedeniyle militarist hukuktan şikâyet edenler 2012 yılından bu yana tek parti hükümetinin uygulamaları nedeniyle askeri vesayetin sona erdirilmesini çok fazla önemsemişlerdir.
Askeri vesayetin sona ermesi elbette memnuniyet vericidir.
Ama bir tarafta askeri vesayet uygulamalarının sona erdirilmesi önemsenirken diğer tarafta önemsenen diğer şeyler önemsiz hale getiriliyorsa orada toplumsal memnuniyet olmaz.
Çünkü memnun olanlar ile olmayanlar aralarında en azından önce siyasi ayrışma olmadan önce ahlaki ayrışmalar olur.
Ayrışma sonunda memnun olanlar ile olmayanlar arasında düşmanlık olmasa da kırılmalar olur.
Vesayetin sahibi olarak gösterilen askerler de bu yaşananlardan sonra eminim ikiye ayrılmışlardır.
Vesayetin elden gitmesinden hoşlanmayanlar ve vesayetin sona ermesini memleket hayrına görenler.
Ama bir grup insan daha vardır ki bu güne kadar bu ülkede yaşanan her darbe de hatta darbe girişiminde vesayet sahibinin askerler olmadığına ve vesayet sahibinin okyanus ötesinde olduğuna inanmışlardır.
Hatta bu görüşe askerler içinde inananların sayısının asker olmayanlardan inananlardan daha fazla olduğuna inanılır.
Çünkü askerler askerler dışındaki herkesi düşman görürler diye bir inanış vardır toplumuzda.
Ve hatta devleti kendileri gibi anlamayanları bile bu düşmanlık ettikleri gruba dâhil ettikleri söylenir.
Mesela ihtilali başarmış komutanlarını bile bir süre sonra devlet katındaki bir kısım uygulamaları nedeniyle düşmanlarına dâhil etmişlerdir.
Bütün bunları sıraladıktan sonra sözü şuraya getirmek istiyoruz.
Türkiye başta olmak üzere NATO’ya dâhil ülkelerdeki tüm vesayetin sahiplerini 12 Eylül veya 28 Şubat sürecine bakarak anlayamazsınız.
Bundan dolayı Türkiye’nin önce dostluk sonra düşmanlık gösterisinde bulunduğu Suriye devleti ile olanların tüm suçunu zamanın Başbakanı Davutoğlu’nun üzerine yıkarak da anlayamazsınız.
Ya da şimdilerde müttefiklik ilişkisi içinde olduğumuz İran’ın görünüşte ABD ile olan düşmanlığına da bakarak anlayamazsınız.
Humeyni’nin İran’ının gerçekleştirdiği şii devrimle ABD’ye bir büyük tokat attığına inananlar da vesayet sahiplerini geçen bunca süreye rağmen anlayamamışlardır.
Hatta ABD’nin Türkiye’deki İslamcıları bu devrim aracılığıyla kontrol altına almaya başladığını da anlayamamışlardır.
Bundan dolayıdır ki vesayet sahiplerinin rahmetli Erbakan Hocayı kontrol edemeyeceklerini bildikleri için vesayet sahiplerinin de emrinde oldukları küresel sermaye sahipleriyle iyi ilişkiler kurabileceklerine inanarak işbaşına getirdikleri geleneksel liberal dindar olarak takdim edilen Özal’ı seçtirdiklerinin farkına dahi varamamışlardır.
Bunun en açık örneği İslam dininin görünüşte hayata yansıyan yönü olan Namaz, Oruç, Hac ve Zekât gibi bireysel ibadetlerin şekilde yaşandığı ama asla ekonomi hukuk adalet olarak devlet idaresinde yer almadığı, vatandaşı Müslüman idarecilerinin ise İslam ile ilgisi olmayan ülkelerle vesayet sahiplerinin sorunsuz ilişkiler kurdukları devletlerdir.
Ne kadar dindar olduğun veya ne kadar muhafazakâr olduğun önemli değildir.
Ne kadar iktidarda kaldığında önemli değildir.
Önemli olan vesayet sahiplerinin daha doğrusu küresel sermayenin sömürüye ve emperyalizm planlarına karşı olup olmadığındır.
12 Eylül öncesinden beridir Müslümanlara dinlerini siyaseten Özal’dan ve Demirel’den dini eğitim olarak ise Naim Hoca’dan başlayarak FETÖ’den, Adnan hocadan hatta Şevki Yılmaz’dan öğretmeye çalışanlar bu gün Sahih Sünnet ve Mezhep düşmanı TV hocalarından öğretmek istemektedirler.
Her fırsatta askeri vesayetin sona erdirildiğini iddia edenler muhafazakâr iktidarlar dönemlerinde toplumsal ahlakın yerle bir edildiğini ve faizin hayatın her tarafında yaygınlaştırıldığını görmezden gelerek zulüm düzenindeki muhafazakâr tamiratları elleriyle yaptıklarını gözden kaçıramazlar.
Resmi daha geniş açıdan görmek isteyenlerin milliyetçi maneviyatçı muhafazakârların birlikteliklerinin idamı hayata geçirmek yerine çıkarmaya çalıştıkları af için yaptıkları son açıklamalara bakabilirler.