Farklı bir koşturmacanın içindeydiler. Selim Bey’in genel rahatsızlığı sürdüğü için, yakındaki Sağlık Ocağı’na gidip, ilâç yazdırmışlardı.
Çocuklar için Türk Pazarı’ndan bir kaç oyuncak seçmişlerdi. Yumurtlayan tavuk, kitap okuyan sarışın bebek, yere atılınca ışıldayan toplar, büyüklere küçüklere yüzükler, giysiler, takılar.
Dönüşte, havaalanına gitmek için otobüse bindiklerinde, kimilerinin kucağını tümüyle dolduran, bu oyuncak paketlerinden bulunuyordu. Envai türlüsünü almışlardı. Selâmi Amca, torunlarını civciv çıkaran tavuktan bile mahrum bırakmamıştı. Oyuncak serisine, bir de vırt zırt öten horozu ekleyeceklerdi ama Kâmile Teyze etrafına bakarak manidar: “Aman istemem, çevrede horoz pek çok” diye konuşmuştu.
Necla’nın yine alışveriş hevesi vardı. Fakat Selim Bey’den çekiniyordu. Erkek biraz tavizkâr davransa, ara sıra sivri, kamçılayıcı dilini tutar gibi göründüyse de fazla güven olmaz, zorlamaya gelmezdi. Bazen memleketteki gibi, burada da biriktirip toptan hesap soracağından endişe ediyordu.
Vakit geçtikçe vatan hatıraları, geride kalanlar doluyordu. Yarın o “hayhuy”da; “huy’u”, “Hay” a yedirip eritebilecekler, yoksa çok azîz, çok mübarek, özel anları mâsivâ, mâsiyet ve karmaşaya kurban mı edeceklerdi bilemiyordu Necla.
Oysa yeryüzüne değil, gökyüzüne düşüldüğü demler vardı belki; kalplerin buluşması, kucaklaşmasıydı yaşanılan coşkuyla aşkla.
…
Otelin girişindeki çay makinesinden sıcak su aldı. Kâğıt bardaklar kalındı. Ama bazıları sanki çok inceymiş gibi, elimizi yakmasın diye çift bardağın içine poşeti yerleştiriyorlardı. Necla:
“Valla bir günlük beylik, beylik” dedi. Bir aydır keyifleri ne iyiydi. Yemekhaneye hastalıktan(!) inemeyince; beylerin odaya kahvaltıyı, çorbayı taşıma lüksü gibi ender lezzetler gündemdeydi mesela.
Ellerine bardakları aldılar. Necla çayı şekersiz içiyordu. Otelden çıktılar. Kocaları, Selim ile Cihat, iki kafadar erkekse, bu kadınsı zevkten mahrumdu.
“Hiç böyle çay içmemiştim” dedi Fatma gülerek.
Aslında konuşarak yürürken, çay yudumlamaya çalışmak; bir taraftan da üst geçitin merdivenlerine tırmanmak(!) bayağı zordu. Mekânın özelliği olmasa, Fatma “Delinin zoruna bak!” der, aklına bile getirmezdi.
Çayını içerken, Necla “Boş ver!” diyordu.
Çayın tadı biraz ağırmış, ne ziyanı var. İbadet dışında bir zahmet yoktu. O da rahmetti inşallah.
“Memlekette gelişigüzel hareketlere, sokakta gezinirken elinde bardak çay içmelere falan izin verecekler ha!”
Fakat şeytan kulağına kurşun, nazar değmesin; havadan mı sudan mı, erkeklerde epeyce bir gevşeme, bayağı bir terakki vardı.
Kendileri de çocuklaşmıştı. Ki kadınlar bazen sınırları zorluyordu. Hatta Esma gibi bazı hanımlar, erkekler üzerlerinde ısrarla sabır ölçümü, çeşitli deneyler yapıyordu.
“Bana çay getir Çetin.” Adamcık getiriyordu. “Beş çay da masadaki arkadaşlarıma.”
Az sonra telefon çaldırıyor; sıcak bir sohbetin içindeki adam, koşarak geliyor. Kadın “Suu Çetin!” diyordu. Üçüncü çağırılışında Çetinceviz Bey’in artık kaşları çatıktı, yine de sesini çıkarmıyordu. Karısı cilveli, “Sabır ya hacı!” der gibi gözlerinin içine bakıyordu.
Hacılığın acımaması için dikkat kesileceklerdi. Bazı çiftler ise neredeyse, ikinci balayını yaşıyordu. İlişkilerdeki muhabbet düzeyi artmıştı.
“Selâmi Amca’yla, Kâmile Teyze’yi gördün mü? Büyük Yürüyüşte ele ele tutuşmuşlardı” dedi Fatma. Yaşlı başlı, durmuş oturmuş insanların sevgi(li) görüntüleri doğrusu ziyadesiyle hoştu.
Kâmile Teyze, meraklı ve muzipçe sorulara: “Kızım, iki sene önce umreye gelirken, yalnızdım. Gençlerin, elele hallerine pek imrendim. Bir daha gelirsem, ben de herifimin yakasını bırakmayacağım diye karar verdim” diye karşılık vermişti.
Necla iç çekti: “Ya imrendim. Çifte kumrular gibi.” Sonra kafasındaki konuyu, bir kenara atamayarak, ayrılık hüznüyle:
“Yarın bugünlerimizi arayacağız. Çayı bile bizden isteyecekler.” diye tekrarladı.
Koşturup duracaklardı işte. Üstelik Selim Bey, kimi zaman ev işlerine yardım eder; zeytin kurar, reçel yapar, bazı ılık bir kalple akşam yemeğini üstleniverirdi. Evin deli kızı Merve, sofrayı kurar, donatıverirdi.
Ancak ilerlemiş yaş kendini gösterir, Necla gece yatarken kemiklerinin sızladığını, ona tek tek hatırını (!) sorduğunu duyumsardı.
Fatma önden yürüyen Selim ve eşi Cihat Bey’e baktı. İkisi de durumdan memnun gözüküyor, meşhur bir süpermarketten alacaklarını konuşuyorlardı. İki gün önce Hurma Pazarı’ndaydılar. Şimdi de methini işittikleri taze hurmayı alacaklardı.
Necla çayını bitirdi, sonra bardağı yol kenarındaki çöp yığınlarının içine fırlattı. Daha iki saat önce, beldeye gelen misafirlerin sorumsuzluğunu ve kirliliğini tenkit etmişlerdi.
Bir duygu yoğunluğuyla; erkeklerden çekinmese, yolun ortasına teklifsizce çökecekti. Bazen o kadar anlaşılmaz bir huzur, aidiyet ve mutluluk hissiyle kuşatılıyordu. Saadet onu ağırlaştırıp, tutuklaştırıyordu.
Benzer bir paylaşımla, derin bir nefes aldı Fatma. Sonra gözlerini zevkle yumdu. Arkadaşının koluna girerek bir süre, gözü kapalı ilerledi. Bu anı(yı) hiç unutmayacaktı.
Muhabbet bir çaydı; gönüllerle, deryalara dökülecek.
Yürümüyor, akıyorlardı.