Yazarımız bugünlerde biraz rahatsız olduğu için bu hafta onun yerine ben yazacağım. Yalnız baştan söyleyeyim, yazma konusunda hem beceriksiz hem de deneyimsiz olduğum için kusurlarımı maruz görün. Fakat size anlatacaklarım, üç aşağı beş yukarı herkesin biraz aşinası olduğu bir konuya dair olduğu için yazacaklarımı ilgiyle okuyacağınızı sanıyorum. Özellikle de kadınları yakından ilgilendiren bir şeyden; kilo almaktan bahsedeceğim. Daha doğrusu, kendi yaşadıklarımdan…
Adımın Hale olduğunu söylememiştim sanırım. Adım Hale. Başta küçük bir ışık huzmesiyken şimdi nasıl da genişlemiş bir ışık halkası haline dönüştüğümü, bedenimdeki değişimin ruhumda ve zihnimde oluşturduğu etkiyi, ne bileyim işte tüm bu süreci anlatacağım şimdi.
Çok değil, bundan yalnızca 5 6 yıl önce, üzerine çıktığım tartının ekranında 40’lı sayıları görürdüm. Hem de 40’ların başları hatta çoğunlukla da direkt o sayıyı görürdüm. Orta boylu bir kadına çok ince bir siluet giydiren bir sayıdır bu. İşte o günlerden 5 6 yıl sonrasına yani günümüze geldiğimiz zaman, bu sayıyı ikiye katlamanız bile yetmez çünkü 94.8 kg ibaresini gördüm ekranda bu sabah. Bu sayılara sadece soğuk ve ruhsuz matematiksel değerler olarak bakmayın. İki sayının arasındaki farkın içinde nelerin bulunduğunu, bunun nasıl bir süreç olduğunu sadece bunu yaşayarak deneyimleyen kişi tam olarak bilebilir. Başkası değil. Fakat insan anlatmak ve böylece de anlaşılmak istiyor işte. Belki de yalnızca içini dökmek…
Çocukluğumdan beri sınıfın sıskası, evin çirozu; ne bileyim işte o sırada hangi ortamın içinde bulunuyorsam oranın en zayıfı bendim. İnce değil zayıf diyorum, dikkatinizi çekerim. Çünkü ‘ince’nin içinde gizli bir iltifat vardır ama zayıf kelimesi daha çok eksik ya da yetersiz sözcükleriyle aynı soydandır. Benim için uygun görülen sıfat da buydu işte: zayıf. Hatta bir de ‘kuru’ vardır ki, daha aşağılayıcı bir hakaret yoktur galiba. Sonuç olarak beğenilmiyordum yani, bunu yeterince anlatabildim değil mi?
Sonra, başkalarından onay alma arzusundan ötürü mü, yoksa, başka bir şeyden dolayı mıdır bilmem, daha önce bana işkence gibi gelen bir aktivite, yani yemek yemek, yapmaktan bir anda çok büyük bir haz duyduğum bir işe dönüştü. İştahlı olmanın ne demek olduğunu gelip benim üzerimde izlesinler şimdi ben bir şeyler yerken. Hakikaten diyorum. O esnada duyduğum hazzın hiçbir lügatte bir kelime karşılığı ya da tarifi falan yok. Olamaz. E o dönem ne oldu da şimdi önüne geçip durduramadığım bir sele kapılıp sürüklendim ve hala da sürükleniyorum böyle, bilmem. Ne olmuştu?
Bireysel hayatımda yaşadığım ve burada anmak istemediğim devasa değişimler, şiddetli depremler ve sarsıntılar mı beni bu kadar farklılaştırdı? Bambaşka bir hayatı seçmenin kilidinin öncelikle bedenimi değiştirme anahtarıyla açılacağını mı sandım? Kaçmak ya da yakalamak mıydı peşinde olduğum asıl şey? Boş verin. Biraz patlıcan kızartması almaz mıydınız, ya da, fıstık sarması?
Umarım buraya kadar yazdıklarımı “Ne olmuş yani, herkes kilo alabilir” diye düşünerek okumamışsınızdır. Zira ikiye katlanıp bir de üzerine 15 kilo eklemekten bahsediyorum. Bunun ne kadar kısa bir zaman zarfında gerçekleştiğinden söz ediyorum. Bu arada beni eskiden beğenmeyenler şimdi yine beğenmiyorlar, onu da söyleyeyim. Morbit, koca ‘basenli’ falan oldu şimdi beni tanımlayan sıfatlar. Doğru da. Obezlik tarifi bana artık uymuyor; eksik kalıyor. Basen konusuna gelirsek de, bir dirhem etin bin ayıp örttüğünü bilmiyorlar demek ki. (Ve tabi ki tırnak içindeki ayıp olmayan kelimenin yerine onun argo ve ayıp versiyonu kullanılıyor. Duymuşsunuzdur işte: koca ‘basenli’)
Ya da hepsini boş verin ve siz ikisinden de alın; hem patlıcan kızartmasından, hem de fıstık sarmasından. Bir de, yemeğin salçalısı daha iyidir diyeyim şimdi beni beğenmeyenlere… Yiyeceklerden alınan tat, başkalarının beğenisinden çok daha kıymetli ve anlamlıdır, hem. Yiyelim güzelleşelim, azizim!