Milliyetçiliğin üç boyutu vardır. Birincisi, kendi kabile ve kavmini diğer kabile ve kavimlerden üstün görmek. İkincisi, adaleti ayaklar altına almak. Üçüncüsü, dini kendi ideolojisine ve değerlerine göre dizayn etmektir.
Birincisini önceki yazılarımda geniş bir şekilde izah ettiğim için kısaca özetlemek istiyorum. Milliyetçilik, kendi ideolojisini ve değerlerini benimsemeyen kimse kendi kabile ve kavminden olsa bile köle ve hizmetçi addetmektir. Eşitliği, eşit insanlar arasında olur, şeklinde tarif etmesi bunun bir tezahürüdür. Milliyetçiler, milliyetçiliği, bayrağı sevmek, vatanı sevmek… seklinde tarif etmesi milliyetçiliğin iç yüzünü gizlemektir.
İkincisi, milliyetçilik, eşitliği, eşit insanlar arasında olur, şeklinde tarif etmek suretiyle adaleti ayaklar altına almaktır. Birkaç örnek verelim: Emeviler, Arap olmayan mevaliden (Müslümanlardan ) cizye almışlardır. Cizye, islâm hukukuna göre bir vergi kalemidir, zimmî denilen gayrimüslim tebaadan alınır. İstiklâl mahkemeleri, tedavüldeki ideolojiyi benimsemeyen bütün ulemayı ve gazetecileri katletmiştir. Suriye, düne gelinceye kadar kendi topraklarında yaşayan Kürtleri vatandaşı olarak kabul etmemiş ve onlara hüviyet cüzdanı vermemiştir.
Milliyetçilik, ister etnisiteye ister bölgeye ister dine ve mezhebe dayansın hepsi birdir; adaleti ortadan kaldırır. Bu sebepten dolayı sağduyu sahibi her insan her türlü milliyetçiliğe karşı tavır almalıdır. Çünkü adaletin olmadığı yerde kargaşa ve savaş olur. Bunun sonucu cehalet ve fakirliktir. Tarihe bir bakalım. Cahiliye devrinde Araplar kabilecilik yüzünden cahil kalmışlar ve fakirlikten kurtulamamışlardır. Bu sebepten dolayı Yahudiler onlardan her alanda üstün olmuşlardır. Emeviler, Abbasiler, Endülüs Emevi Devleti ve Osmanlılar bu yüzden yıkılmışlardır.
Tanzimat’ın ruhu gereği milliyetçilik, devletin temel politikası haline gelmiştir. Bu yüzden ittihat ve terakkide bir arpa boyu yol alamadık. 30 binin üzerinde insanımızı bu yüzden kaybettik; çatışma halen devam etmektedir, şehitlerimizin sayısı artmaktadır.
Üçüncüsüne gelince, milliyetçilik, dini kendi ideolojisine ve değerlerine göre tasarımlamaktır. Prof. Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Mehmet Aydın Türkiye’de Din-Devlet İlişkisi ve Laiklik isimli makalesinde şöyle diyor:
“Öyle görünüyor ki, laikliğin hararetli taraftarlarından bir kısmı ince bir ayırımı yapmada başarılı olamadılar: “Terakki”ye (son bir buçuk asrın en büyülü kelimesi) mânî olan dinin, yani İslâm’ın kendisi değil, varlığını toplum hayatının önemli bir kesiminde duyuran din anlayışı idi. Bunun böyle olduğunu Atatürk de açık açık söylüyordu. Ona göre, “İslâm akla, ilme ve fenne tam anlamıyla tetabuk etmekteydi; onun için de en son ve en mükemmel din idi.” Ama bu başlangıç, daha sonra bazı aydınların din karşısında olumsuz bir tavır takınmasını ortadan kaldırmaya yetmedi. Onlar, aydınlamanın ve pozitivizmin etkisiyle laik olmayı, “akla ve bilime uyma” olarak tanımlamada ısrar ettiler. Özel hayatın dışında fonksiyon görme talebinde olan dinî tavrı da-ki İslâm böyle bir tavrı gerekli kılmaktaydı-gericilik (irtica) olarak gördüler. Kanaatimce burada zaten yavaş yavaş yerleşmekte olan bir sekülerleşme süreci zorlandı ve “laiklik” gittikçe bir “izm”e, bir “laikçilik”e dönüştü. Bu dönüşün de her gün artan ve bugüne kadar devam eden bir gerginliğe sebep olduğu görülmektedir.
Laikliğin kabulünü hızlandıran bir başka önemli sebep de içeride ve dışarıda “millî bir politikayı” uygulamayı âdeta kaçınılmaz hale getiren siyasî durumdu. Siyasî ümmetçilik bitmeliydi. Yeni rejim ona kapı açabilecek olan, hatta onu hatırlatabilecek olan “din yolu”nu tıkamak zorunda idi. Bu da sadece siyaset alanında değil genel kültür alanında bir “inkılâbı,” bazılarına göre bu aslında bir “ihtilal”i gerekli kılıyordu. Dilde arındırma faaliyeti, Türkçe ezan ve-başarısız olunmasına rağmen-Türkçe namaz, bu milliyetçi projenin kültür alanında yer almaktaydı. Bu teşebbüs, o günlerde açığa vurulamayan çok büyük ve derin bir tepkiye sebep oldu. Tepkinin sosyal ve siyasal etkilerinin tam olarak görülebilmesi için 1950’lere kadar beklemek gerekecekti.” (Köprü dergisi, sy. 51)
Bütün Müslümanlar, Hz. İbrahim’in dininden yani milletindendir. Kur’an-ı Kerim’de inananların adı Müslüman’dır. Müslüman, milliyetçilik için değil, hak ve hukuku, dini ve adaleti ayakta tutmak için mücadele eder ve savaşır.
Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi: babanız İbrahim’in dininde (de böyleydi), Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size “ Müslümanlar” adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır.” (Hac:78)
Bu gerçekler karşısında milliyetçilik için mücadele etmek ve milliyetçilik için ölmek insan onuruyla ne kadar bağdaştığını okuyucularımın izanına bırakıyorum. Bu konuyu daha fazla uzatmak istemiyorum. Burada noktalıyorum. Okuyucularım bu konudaki görüşlerini ve düşüncelerini açıkça yazabilirler. Biz her zaman olumlu tenkide açığız. Saygı ve selamlarımı sunar, baaşrılar dilerim.
Milliyetçilik ve Din
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.