Yrd. Doç.Dr Mete Sezgin geçtiğimiz Cumartesi günü, Bölge Yazma Eserler Kütüphane’sinde “Beden Dili” hakkında geniş, ilginç izahatlarda bulundu.
Bazılarının üzerinde düşünme imkânı buldum.
Bana özellikle yalan konusunda söyledikleri çok alâka çekici geldi. Sözgelimi, vücut yalan söylemek istemezdi. Azalarımız, asılsız söze bir çeşit tepki gösteriyor, direniyordu. Yalanı engellemek ister gibi, kâzip gayriihtiyarî elini ağzına götürüyordu.
Vücut gizlendiğinde, yalan söyleme oranı artabilirdi; meselâ ardına saklandığımız(!) masa gibi nesneler bize inanılmaz, gerçek hilâfına söz söyleme cesareti verebilirdi. Telefon başında, ayakta lâf uydurabiliyorduk…
Pekiyi, ya mevki, makam mansıp büyüsünün arkasındaki sahteciliklerimiz?
“Dil” farklı tefsirlere sebep oluyor.
Ellerimiz ayaklarımız, yalnızca hesaba çekileceğimiz bir öte dünya da değil; bu âlemde de gevezelenir, dilsiz(!)ifşaatlarda bulunurdu.
Hâlbuki eşya dışında asıl, maskelerimiz ardında gizlenirdik. Muhtemelen iç sahnemizde hayatımızın rolünü oynardık.
“Açık avuçların dürüstlüğünden” ziyade, belki şeffaf berrak kalplerin doğruluk ve dürüstlüğünden söz edilebilirdi. “Vücudun kapanmasından” çok, gönlümüzün aşılmaz çitlerle kap(l)anması önemliydi. Ki dışımızda, esasen iletişimden uzak olmamıza rağmen; bedenimizi planlı kuklavarî oynatarak, bambaşka bir şekilde kendimizi harice gösterebilir, tanıtabilirdik.
Hakikî iletişimin lisanını bulan ve asırların üzerinden günümüze ulaşan, âtiyle köprü kurabilenler kimlerdi? Onlar hangi dilleri, yolları aşmışlardı ve modern insanın, bin bir zavallı meydan okumasına, ucuz başarılarına rağmen hangi müessir hakikat lisanıyla kalpleri, zamanı fethetmişlerdi?
Seçkin aydınlık ruhun lisanı; aslında dillerin en güzeli, en etkilisi miydi? Beden Dili, ölümsüz dilleri, ruhun kalbin dilini de hatıra getirdi.
Mete Sezgin’in “Maviyanım” adlı şiir dolu, sevmek sor(g)ulu, aşk üstüne bir kitabı ve o kitapta “Ben Rengi” diye bir şiiri vardı.
“Serseri bir kurşun yerine benim sözlerim sana düşer
İki damla gözyaşına sessiz bi bakış düşer
Tam buldum derken umudu kör bir kuyuya bi Yusuf düşer
Adımı andığın an boğazına bir yutkunma düşer
Az kaldı
Olmayan kaderime bir yoktan âşık düşer
Kalmazken mecalim bir yudum su düşer
Alnın çizgisine durduk yerden bir iz daha düşer
Saçına benim yazdığım her hece kadar ak düşer
Bir gece vakti sana ayazda cayır cayır yanmak düşer
Dileğim sana benden daha büyük bir aşk düşer
Uzak düşer daha da payına
Bunlar düşer
İnşallah”
Beden Dili bir tarafa, Mete Bey’in kaç dili vardı? “Turizmde Strateji Eksenli Pazarlama İletişimi”ni yazan ve anlatan adamla;(…Nasıl bir sevgiydi bu; insana, hayvana, doğaya, hayata, aşka… Nasıl bir yorumdu bu? Bir de neden ben anlıyordum bunu sadece.) diyen dil aynı mıydı?
Elbiselerimiz gibi, giyip çıkardığımız diller var mıydı? Kâinatın dili bizi kuşatır mıydı? Kaç dilimiz vardı bizim?
Hangilerini şakır şakır konuşur, hangilerinde tutulur, hangisinde bülbülleri bile sustururduk. Dünya mı dilbazdı biz mi?
Es(tetiklenmiş), dünyanın devasa bedeniyle birleşmiş ve belki kalbimizi de öldürmüş yükseltilmiş bedenin dili; değeri bilinmemiş mahcup, münzevî gönül diliyle uzlaşır mıydı, zıtlaşır mıydı?
Belki gördüğümüz bütün husumet, kargaşa, habaset, zillet ve hafakan, “ötekileştirilmiş” gönül dilinin ezilmeye çalışılmasındandı.
“İnsan Bu, Meçhul” dü. Meçhulün ve gaybın dili ise bambaşkaydı.
Günü, Kütüphane Müdürü Sayın Bekir Şahin’in bilge dili ve Sevgili Fatma Ünver’le birlikte edebiyat, kitap, kadınlar, Konya üzerine hoş bir sohbetle bitirdik.
Eve gidecek ve bu defa mekânın; yazının söylediklerine kulak verecektim.