Sevgili okurlar geçen haftaki yazımızda; Yüce Kur’ânu Azûmüşşân; “Oku” diye başlar, Mesnevi ise ‘Bişnev’ = ‘dinle’ diye başlar demiştik. Kaldığımız yerden devam ediyoruz.
İnsan, hayâtı okuma ve dinleme hallerindeyken; düzgün bir kamıştan yapılmış, içinden enfes sesler ve nağmeler çıkan «ney»i dinlemelidir. O «ney», alelâde bir müzik âleti değildir. Ney, içli ve sıcak iniltileri olan hep ayrılığı ve hüznü hatırlatan bir gönül telidir. «Ney»in aslı; içi boşaltılmış ve ana yurdundan koparılmış, gurbet diyarlarında bulunan bir kamıştır. İçi dolu olsa ondan ney olmaz, olması için içinin mutlaka boşaltılması zarurîdir. Buradan bir benzeşme yapılarak; «insanın da içi mâsivâdan, maddî zevklerden boşaltılmadıkça, arındırılmadıkça ilâhî tecellîlere muhatap olamaz.» hakikati ortaya çıkar.
Tasavvufta «ney»; nefsini aşmış, mâsivâdan sıyrılmış, aşkın bir gönülle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etme mertebesinde olan kâmil insanı, yâni Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm-’ı ve O’nun vârisleri olan âlimleri, mürşid-i kâmilleri temsil eder.
Ney gönle, kamış ise gönül âlemine benzetilir. «Ney»in çıkardığı ses, «aşkın sesi»dir. Neydeki nefes; “Ben insana kendi rûhumdan üfledim.” (Sâd, 72) âyeti mûcibince, temsilî olarak Hakk’ın nefesidir. Buradan hareketle, Hakk’ın nefesi ile dolan kâmil insanlar (mürşid-i kâmiller); tıpkı ney gibi gönül sevdâlarını, yürek nağmelerini müntesiplerinin gönüllerine üflerler. Elbette ki, rûhundan üfleyen Hak Teâlâ Hazretleri olursa, o kul da, en doğru ve en güzel nağmelerle seslenir. O, ancak Rabbin emirleri doğrultusunda davranışlar icrâ eder. Bu hâl tasavvuftaki; «Râdıyetenmardıyye» (el-Fecr, 28) mertebesidir. İşte ney bu yönüyle Hakk’ın sesidir.
Mesnevî’den herkes kâbiliyeti kadar nasiplenir. O da ancak Cenâb-ı Hakk’ın lütfu iledir. Bu hususta Hazret-i Mevlânâ şöyle der:
“Bedenle can iç içedir, birbirinden gizli değildir ama bedende o cânı görecek kâbiliyet yoktur.” Burada «can»dan maksat; «Hazret-i Allah Teâlâ’nın rûhu»dur. Ve gayb âlemindendir. Beden, rûhun kalıbıdır. Ruh, hayâtiyetini beden içerisinde sürdürür. İnsanı hakikî insan yapan, onun mânâ âleminin güzelliğidir. İnsanın mânâ âleminin aşkın boyuta gelmesi, «ney»den enfüsî nağmeler çıkmasıyla olur. Âlemde var olan canlı-cansız her varlıkta, hakikî aşkın tezâhürleri bulunur. Her varlık kendi kabiliyeti ölçüsünde, sonsuzluk âleminde «kemâle» doğru mesafe kat eder. Son nokta ise o varlığın mîrâcıdır. Topraktaki bitkiler yükselirler, en güzel yemişleri verirken, kemâli yakalayıp mîrâca erişirler. İnsan da kendi varlığını, Hakk’ın varlığı içerisinde eriterek mîrâca yükselir.
«Akıl» Cenâb-ı Hakk’ın âdemoğluna bahşettiği en kıymetli hazinedir. Mukaddes hükümlerin muhatabıdır. Ancak; akıl yalnız başına mânevî sırları çözmeye yetmez. Hâdiselerin hikmet boyutunu idrak edemez. Mânevî tecellîler, ilâhî mesajlar, akıldan üstün olan «aşk» ile kavranabilir. Hazret-i Mevlânâ’ya göre; «akıl aşka kurban edilmeli» ki, gönül mânevî sırlara âgâh olabilsin. Akılla mâneviyat deryâsına dalınmaz, oralara ancak gönülle gidilir. Akıl eğitilir ama gönül de eğitilir. Gönlü eğiten Rabbi Teâlâ’dır. Yine akıl ve kalp, kulluk içindir. Kalp kulluktaki incelikleri ayarlar. Mide, akla ve kalbe «helâl lokma» ile doğru yolu gösterir, böylece ona «akl-ı selîmi, kalb-i selîmi» buldurur. Dolayısıyla Kur’ân’da kalbin bir faaliyeti olan akıldan bahseden pek çok âyet-i kerîme vardır:
“... Kullarımı müjdele, onlar ki sözü dinlerler ve o sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allâh’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir, akl-ı selim sâhipleridir.”(ez-Zümer, 17-18; ayrıca bkz. el-Bakara, 269; Âl-i İmrân, 7; er-Ra‘d, 19; ez-Zümer, 9)
Akıl esrârının sırdaşı, âşıklardır. Dile de kulaktan başka talep yoktur. Aşkı bulabilmek için akla ihtiyaç vardır, ancak akıl sınırlıdır. Sınırlı bir akılla sınırsız olana ilerlenemez. O zaman, aşk yollarına vâsıl olmak için sınırlı olanları bırakmak gerekir. Aşk ile îman birleşince, akıl gerekeni yapar. «Aşkullâh»ın nûru varsa aklın da nûru vardır, o da iyi ile kötüyü ayıt etme farkıdır. Bu nur, mânevîdir ve yalnız akılla bulunur. Ancak akıl nefsin sultasına girerse, o zaman helâk olur. Burada bize şu duâyı yapmak yakışır:
“Rabbimiz; değiştirebileceğimiz şeyleri yapabilmek için bize cesaret, değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabul etmek için sükûnet ve bu ikisini ayırt edebilmemiz için bizlere akıl nasip et.” Âllahümme amîn, amîn, amîn...
Efendim hayırlı cumâlar dileriz.
İstifâde Edilen Kaynaklar:
1. Abidin Paşa, Mesnevî Şerhi, (Sadeleştiren Mehmet Said KARAÇORLU), İst, 2007, İz Yayıncılık.
2. Mesnevî-i Mânevî Şerhi-İlk 1001 Beyit, Hüseyin TOP, Konya, 2008, Tablet Yayınları.