“Bosna Kasabı” Radko Mladiç, 1992-1995 senesinde cereyan eden Bosna Savaşı’nda Sırp Ordusunun Başkomutanıydı. BM Hollanda birliğinin göz yumması ve katkısıyla da katliam büyüdü. Mladiç, geçtiğimiz günlerde yakalandı ama cezalandırılabilecek mi şüphedeyim bilemiyorum. Herhalde Mutlak Adalet’i bekleyeceğiz.
Bosna Kasabı, bir hatırlamayı da ge(rek)tirdi.
“Tepelerden bize ateş edildiğinde, kumrular gibi çok zor pozisyonda kalıyorduk.” diyordu Boşnak Yazar.
“Büyükler de küçükler de sanki Çetniklerin hedef maketleri gibi idik. Barış ortamında yaşayan bir insan, sürekli mermilere hedef olarak nasıl yaşadığımızı acaba anlayabilir mi? Yeterli derecede elektrik olmadığı için telefonlar da tam randımanla çalışmamaktaydı. Uzun zaman kullanılmamış su kaynakları ile geçinildiği için diyare, kusma ve ishaller görünmeye başlamıştı. Bir akşam ben de hastalanmıştım. Hareketsiz bir hasta için ne de zordu bu durum, iğrençti(…) Bir bidon su ödünç almıştık.”
O dönemde müessif olaylara şahit olan Boşnak yazar Münir Gavrankapetanoviç, “Direnen Saraybosna” isimli eserinde bize bu dramı anlatır; savaşın günlüğünü tutar.
Bir ölüm-kalım savaşında açlık kapıya dayanmıştır. Bir müddet sade suda pişmiş pirinçle idare edeceklerdir. Havagazı yoktur, bodrumdaki odunlar bitmiştir. Dayanılmaz kışlardır. Parkeleri söküp yakmaya başlarlar. Fakat yanma esnasında kötü koktuğu için, kapı pencereyi de ardına kadar açarlar. Sonra yakılabilecek sandalyeleri ayırırlar. Eski kazaklar, ayakkabılar, çoraplar. Ama en kötüsü kitaplar. “Sobalarda kütüphaneler yok oluyordu”
En hayatî ihtiyaçların sağlanması bile bir meseledir. Mesela su temin etmek için, eksi 20 derecede saatlerce beklenir. Su kuyruğunda bekleşenlere top mermisi hediyedir(!). Çocuklar bile nasibini(!) alacaktır. Ölenler içinde bir biyoloji fakültesinden diplomasını yeni almış bir kız vardır. “Kızcağızı Koşevava’daki hastanenin önüne getirdiklerinde, su bidonunun kapağını sıkıca elinde tutuyormuş.”
Yatalaktır, yaşlıdır fakat ülkesini terk etmez Münir Bey. Kendi çapında savaşacak, hiç değilse yazacaktır. Terk edenleri suçlar. “Karısını bırakıp kaçan erkekler. Kocasını bırakıp kaçan kadınlar. ‘Kendi kendime neden bu kadar korkuyorlar’ diye soruyordum?” Yetiştirdiği üç kıymetli evlât da(Dr. Fariz, Dr. İsmet, Dr. Fatima), savaş zamanında bilfiil görev yapmışlardır.
Ancak kâbus dolu günlere, aklın alamayacağı insanlık dışı sahnelere tanıklık etmek hiç de kolay değildir. Yaralar çabuk kapanmayacak, kara izler derinlere işleyecektir.
Yazar, Müslüman kadınlara yapılan kitlesel tecavüzleri anlatır. “İnsanlık tarihinde bir milleti tecavüzler organize ederek aşağılamak, ilk kez düşünülmüştür(sh. 68). Üstelik Sırplar, yetmezmiş gibi bu tecavüzleri filme almış, çoğaltıp ve porno olarak İtalya’nın yer altı mafya piyasasına satmıştır. Ve “Sözde Müslümanların Sırp kadınlarına yaptıkları tecavüzler olarak göstermişler” yani olayı tam tersine çevirmişlerdir. “Bu olaylarda 15 bin-50 bin kişinin kurban gittiği söylenmektedir.(…) Hamile kalmış binlerce insanımızın meselesi çözüm beklemektedir”(sh 143)
Saldırılara kılıflar, söylemler hazırlanmıştır. Sapkınlık öylesine artmıştır ki; yüksek zekâ Sırp milletvekillerinden biri, “Meleklerin de köken itibariyle Sırp olduklarını ve dolayısıyla Sırpların da gökten inme bir millet olduklarını söyleyecek kadar saçmalamıştır.”(sh 80)
Savaş sırasında, onca sıkıntıya, çileye mukabil suçlar çok artmıştır. Camilere bile hırsızlık için dadanılmıştır mesela. Yazar, eleştirilerini esirgemez. Toplumsal çözülmeden, çarpık eğitim anlayışını sorumlu tutar:
“1945-1990 yıllarındaki nesillere verilen ateist eğitim ve buna bağlı olarak yapılan sürekli tutarsız propagandaların sonucudur(...) Adi suçlar, komünist yönetimden sonra artakalan iltihaplı çıbanlardır. Bu çıbanlar şimdi patladı”.
Dostluk(!) adına ne çok şey yapılmıştır Saraybosna’da. Kime sarılacağımız, neye inanacağımız önemlidir; romantik hayallerle yürümezdir.
“Bizim kulaklarımız sağır, kalplerimiz ise kapalıydı. Biz, ikinci dünya savaşındaki korkunç Çetnik zulümlerini de affediyorduk. Öldürülenlerimizin mezar taşlarını bile kaldırmaya yeltendik. Bu affetmelerin bize yardımcı olacağını düşünüyorduk! Dostlukları o raddeye vardırmıştık ki; bizim bazı insanlarımız, 1945’te ana-babalarını kesen o aynı insanlarla, on-yirmi yıl sonra, akşamları bir arada içki sofralarında kadeh tokuşturuyorlardı.”
Fakat bu ileri komşuluk ve kardeşlik(!) soykırımı önlemeyecektir. “Komşular ve de en yakın komşular, en kan dökücü ve en yüzsüzdü”. Sırplar mesela safiyane “Silahlarınızı bize verin. Sizi biz koruyacağız” çağrısına inanan Lyesevo Müslümanlarını, silahları teslim aldıktan sonra, hemen oracıkta kendi silahlarıyla öldürmüşlerdi. (…)Sırp komşular, katliamı yaptıktan sonra öldürdükleri Müslümanların evlerini yağmalamaya koyuluyorlardı”.
Bihaç Müftüsü Hasan Makiça Efendi, savaş yıllarının üçüncü bayram sabahında yazarı ziyarete gelmişti. İçinde bulunduğu Mayaka, Omarska toplama kamplarını anlattı sohbet sırasında.
Bu kamplarda Priyedor, Kozarac Müslümanları da vardı. Oysa “Müslümanlar’la gayrimüslimler arasında yapılan karma evlilikler, en çok Priyedor’da olmuştur. Bunlar doğan çocuklarına Sırgan, Goran, Ongyen v.b. gibi isimler veriyorlardı. Fakat Çetnikler esir aldıkları Müslüman kökenli olanları, ve hatta İslâmî adı taşımayan Müslümanları bile öldürdüler oralarda.(..) Onların İslâm’dan vazgeçmeleri ve dinlerini terk edip, Sırp âdetlerini benimsemeleri, kendilerine hiçbir yarar sağlamadı. Kozarac’da yirmi yıl önce Müslümanlar domuz yetiştirmeye başlamışlardı. Bu hareketleriyle İslâm’dan uzaklaştıklarını göstermek istiyorlardı. Fakat buna rağmen onlar da kendilerini kurtaramadılar.(…)
“El ve ayakları satırla kesmek, gözleri oymak… Ama Sırplar en çok boğaz kesmekten zevk alıyorlardı. Bunu özel bir ritüel şeklinde yapıyorlardı.”
Meşhur hoşgörüleri de Bosnalıları kurtarmamıştır. Yüksek İnşaat Mühendisi Gavrankapetanoviç, Amerikalılarla bir görüşmesini dile getirir:
“(Onlara) Değişik dinlere ait ibadethanelerin tek bir merkezde toplandığı dünyadaki örnek şehir Sarayevo’nun olduğunu söyledim. Cami, sinagog, Katolik kilisesi ve Ortodoks kilisesi, 150 metrelik bir mesafe içinde hepsi aynı yerde bulunur. Bu durum hiç kimseyi rahatsız etmiyordu.” Acı gerçek bambaşkaydı hâlbuki.
İnanılmaz bir gaflet, aymazlık; çürüme ve kokuşmayı, neticede muhtemel bir İlâhî Ceza’yı getirmiştir belki de. “Görülmektedir ki Cenabı-Hak, bizi bu olduklarımızdan ve yaptıklarımızdan dolayı uyarmış ve imtihana tabi tutarak cezalandırmıştır” diyen Münir Bey, özeleştirisini sürdürür:
Alkol, hemen her eve girmiştir. “Son zamanlarda genç erkek ve kızlarımız eroin de almaya başlamışlardır. Fuhuş, zina ve dindışı evlilikler toplumumuzu zedelemiştir.” Millî benliğinden uzak insanlar “dalalette kalıp, hind dini tarikatlarına, Yehova Şahitleri hareketine, Cumartesiciler olarak adlandırılan tarikata ve benzerlerine intisap ediyordu(…)
“Namazı, orucu, zekâtı bırakmıştık. Kendi Boşnakça dilimizi terk etmiş, Sırp diline ayak uydurmaya başlamıştık. O güzelim kelimeleri ve telaffuzu kullanmıyorduk. Dedikodu ve hurafelere dalmıştık.”
Bosna Savaşı’ndan ibret alacağımız, kendimize dönmemizi gerektiren çok husus vardır.
“II. ZEMÇİ ÇETİNKAYA ŞİİR ÖDÜLÜ”
30 Mayıs Pazartesi günü, saat: 17.00’de Endülüs Kitap-Kahve’ de “II. Zemçi Çetinkaya Şiir Ödülü Programı” vardı. 40 yaş altı, başarılı şairlere verilen ödül bu yıl, “Tahammül Şeridi" adlı kitabıyla çıkış yapan şair Cafer Keklikçi’ye verildi.
Zemçi Çetinkaya’nın kişiliğinin ve Cafer Keklikçi’nin şiirinin değerli edebiyat-kültür adamlarınca anlatıldığı programda hoş saatler yaşadık. Şairlerinin sesinden şiirlerini dinlemek şüphesiz daha anlamlı oluyor. Tebrik eder, bu güzel faaliyetlerin sürmesini, bereketini dilerim.
Endülüs Kitap-Kahve’ de; bir başka şair Zafer Şeker’in Kardelen Yayınlarından çıkmış “Teredeki AŞK” kitabına ulaşmamız da, şiirli günün hediyelerindendi.
Bosna Kasabı, bir hatırlamayı da ge(rek)tirdi.
“Tepelerden bize ateş edildiğinde, kumrular gibi çok zor pozisyonda kalıyorduk.” diyordu Boşnak Yazar.
“Büyükler de küçükler de sanki Çetniklerin hedef maketleri gibi idik. Barış ortamında yaşayan bir insan, sürekli mermilere hedef olarak nasıl yaşadığımızı acaba anlayabilir mi? Yeterli derecede elektrik olmadığı için telefonlar da tam randımanla çalışmamaktaydı. Uzun zaman kullanılmamış su kaynakları ile geçinildiği için diyare, kusma ve ishaller görünmeye başlamıştı. Bir akşam ben de hastalanmıştım. Hareketsiz bir hasta için ne de zordu bu durum, iğrençti(…) Bir bidon su ödünç almıştık.”
O dönemde müessif olaylara şahit olan Boşnak yazar Münir Gavrankapetanoviç, “Direnen Saraybosna” isimli eserinde bize bu dramı anlatır; savaşın günlüğünü tutar.
Bir ölüm-kalım savaşında açlık kapıya dayanmıştır. Bir müddet sade suda pişmiş pirinçle idare edeceklerdir. Havagazı yoktur, bodrumdaki odunlar bitmiştir. Dayanılmaz kışlardır. Parkeleri söküp yakmaya başlarlar. Fakat yanma esnasında kötü koktuğu için, kapı pencereyi de ardına kadar açarlar. Sonra yakılabilecek sandalyeleri ayırırlar. Eski kazaklar, ayakkabılar, çoraplar. Ama en kötüsü kitaplar. “Sobalarda kütüphaneler yok oluyordu”
En hayatî ihtiyaçların sağlanması bile bir meseledir. Mesela su temin etmek için, eksi 20 derecede saatlerce beklenir. Su kuyruğunda bekleşenlere top mermisi hediyedir(!). Çocuklar bile nasibini(!) alacaktır. Ölenler içinde bir biyoloji fakültesinden diplomasını yeni almış bir kız vardır. “Kızcağızı Koşevava’daki hastanenin önüne getirdiklerinde, su bidonunun kapağını sıkıca elinde tutuyormuş.”
Yatalaktır, yaşlıdır fakat ülkesini terk etmez Münir Bey. Kendi çapında savaşacak, hiç değilse yazacaktır. Terk edenleri suçlar. “Karısını bırakıp kaçan erkekler. Kocasını bırakıp kaçan kadınlar. ‘Kendi kendime neden bu kadar korkuyorlar’ diye soruyordum?” Yetiştirdiği üç kıymetli evlât da(Dr. Fariz, Dr. İsmet, Dr. Fatima), savaş zamanında bilfiil görev yapmışlardır.
Ancak kâbus dolu günlere, aklın alamayacağı insanlık dışı sahnelere tanıklık etmek hiç de kolay değildir. Yaralar çabuk kapanmayacak, kara izler derinlere işleyecektir.
Yazar, Müslüman kadınlara yapılan kitlesel tecavüzleri anlatır. “İnsanlık tarihinde bir milleti tecavüzler organize ederek aşağılamak, ilk kez düşünülmüştür(sh. 68). Üstelik Sırplar, yetmezmiş gibi bu tecavüzleri filme almış, çoğaltıp ve porno olarak İtalya’nın yer altı mafya piyasasına satmıştır. Ve “Sözde Müslümanların Sırp kadınlarına yaptıkları tecavüzler olarak göstermişler” yani olayı tam tersine çevirmişlerdir. “Bu olaylarda 15 bin-50 bin kişinin kurban gittiği söylenmektedir.(…) Hamile kalmış binlerce insanımızın meselesi çözüm beklemektedir”(sh 143)
Saldırılara kılıflar, söylemler hazırlanmıştır. Sapkınlık öylesine artmıştır ki; yüksek zekâ Sırp milletvekillerinden biri, “Meleklerin de köken itibariyle Sırp olduklarını ve dolayısıyla Sırpların da gökten inme bir millet olduklarını söyleyecek kadar saçmalamıştır.”(sh 80)
Savaş sırasında, onca sıkıntıya, çileye mukabil suçlar çok artmıştır. Camilere bile hırsızlık için dadanılmıştır mesela. Yazar, eleştirilerini esirgemez. Toplumsal çözülmeden, çarpık eğitim anlayışını sorumlu tutar:
“1945-1990 yıllarındaki nesillere verilen ateist eğitim ve buna bağlı olarak yapılan sürekli tutarsız propagandaların sonucudur(...) Adi suçlar, komünist yönetimden sonra artakalan iltihaplı çıbanlardır. Bu çıbanlar şimdi patladı”.
Dostluk(!) adına ne çok şey yapılmıştır Saraybosna’da. Kime sarılacağımız, neye inanacağımız önemlidir; romantik hayallerle yürümezdir.
“Bizim kulaklarımız sağır, kalplerimiz ise kapalıydı. Biz, ikinci dünya savaşındaki korkunç Çetnik zulümlerini de affediyorduk. Öldürülenlerimizin mezar taşlarını bile kaldırmaya yeltendik. Bu affetmelerin bize yardımcı olacağını düşünüyorduk! Dostlukları o raddeye vardırmıştık ki; bizim bazı insanlarımız, 1945’te ana-babalarını kesen o aynı insanlarla, on-yirmi yıl sonra, akşamları bir arada içki sofralarında kadeh tokuşturuyorlardı.”
Fakat bu ileri komşuluk ve kardeşlik(!) soykırımı önlemeyecektir. “Komşular ve de en yakın komşular, en kan dökücü ve en yüzsüzdü”. Sırplar mesela safiyane “Silahlarınızı bize verin. Sizi biz koruyacağız” çağrısına inanan Lyesevo Müslümanlarını, silahları teslim aldıktan sonra, hemen oracıkta kendi silahlarıyla öldürmüşlerdi. (…)Sırp komşular, katliamı yaptıktan sonra öldürdükleri Müslümanların evlerini yağmalamaya koyuluyorlardı”.
Bihaç Müftüsü Hasan Makiça Efendi, savaş yıllarının üçüncü bayram sabahında yazarı ziyarete gelmişti. İçinde bulunduğu Mayaka, Omarska toplama kamplarını anlattı sohbet sırasında.
Bu kamplarda Priyedor, Kozarac Müslümanları da vardı. Oysa “Müslümanlar’la gayrimüslimler arasında yapılan karma evlilikler, en çok Priyedor’da olmuştur. Bunlar doğan çocuklarına Sırgan, Goran, Ongyen v.b. gibi isimler veriyorlardı. Fakat Çetnikler esir aldıkları Müslüman kökenli olanları, ve hatta İslâmî adı taşımayan Müslümanları bile öldürdüler oralarda.(..) Onların İslâm’dan vazgeçmeleri ve dinlerini terk edip, Sırp âdetlerini benimsemeleri, kendilerine hiçbir yarar sağlamadı. Kozarac’da yirmi yıl önce Müslümanlar domuz yetiştirmeye başlamışlardı. Bu hareketleriyle İslâm’dan uzaklaştıklarını göstermek istiyorlardı. Fakat buna rağmen onlar da kendilerini kurtaramadılar.(…)
“El ve ayakları satırla kesmek, gözleri oymak… Ama Sırplar en çok boğaz kesmekten zevk alıyorlardı. Bunu özel bir ritüel şeklinde yapıyorlardı.”
Meşhur hoşgörüleri de Bosnalıları kurtarmamıştır. Yüksek İnşaat Mühendisi Gavrankapetanoviç, Amerikalılarla bir görüşmesini dile getirir:
“(Onlara) Değişik dinlere ait ibadethanelerin tek bir merkezde toplandığı dünyadaki örnek şehir Sarayevo’nun olduğunu söyledim. Cami, sinagog, Katolik kilisesi ve Ortodoks kilisesi, 150 metrelik bir mesafe içinde hepsi aynı yerde bulunur. Bu durum hiç kimseyi rahatsız etmiyordu.” Acı gerçek bambaşkaydı hâlbuki.
İnanılmaz bir gaflet, aymazlık; çürüme ve kokuşmayı, neticede muhtemel bir İlâhî Ceza’yı getirmiştir belki de. “Görülmektedir ki Cenabı-Hak, bizi bu olduklarımızdan ve yaptıklarımızdan dolayı uyarmış ve imtihana tabi tutarak cezalandırmıştır” diyen Münir Bey, özeleştirisini sürdürür:
Alkol, hemen her eve girmiştir. “Son zamanlarda genç erkek ve kızlarımız eroin de almaya başlamışlardır. Fuhuş, zina ve dindışı evlilikler toplumumuzu zedelemiştir.” Millî benliğinden uzak insanlar “dalalette kalıp, hind dini tarikatlarına, Yehova Şahitleri hareketine, Cumartesiciler olarak adlandırılan tarikata ve benzerlerine intisap ediyordu(…)
“Namazı, orucu, zekâtı bırakmıştık. Kendi Boşnakça dilimizi terk etmiş, Sırp diline ayak uydurmaya başlamıştık. O güzelim kelimeleri ve telaffuzu kullanmıyorduk. Dedikodu ve hurafelere dalmıştık.”
Bosna Savaşı’ndan ibret alacağımız, kendimize dönmemizi gerektiren çok husus vardır.
“II. ZEMÇİ ÇETİNKAYA ŞİİR ÖDÜLÜ”
30 Mayıs Pazartesi günü, saat: 17.00’de Endülüs Kitap-Kahve’ de “II. Zemçi Çetinkaya Şiir Ödülü Programı” vardı. 40 yaş altı, başarılı şairlere verilen ödül bu yıl, “Tahammül Şeridi" adlı kitabıyla çıkış yapan şair Cafer Keklikçi’ye verildi.
Zemçi Çetinkaya’nın kişiliğinin ve Cafer Keklikçi’nin şiirinin değerli edebiyat-kültür adamlarınca anlatıldığı programda hoş saatler yaşadık. Şairlerinin sesinden şiirlerini dinlemek şüphesiz daha anlamlı oluyor. Tebrik eder, bu güzel faaliyetlerin sürmesini, bereketini dilerim.
Endülüs Kitap-Kahve’ de; bir başka şair Zafer Şeker’in Kardelen Yayınlarından çıkmış “Teredeki AŞK” kitabına ulaşmamız da, şiirli günün hediyelerindendi.