Bizi menhus ihtimallerin beklediği endişesiyle titretse, hep müteyakkız, bed bir sonu, elîm bir akıbeti düşündürse, ayaküstü durdursa da, meçhul güzeldir.
Bildiğimiz, aklımızın hükmünde, uhdesinde olduğunu sandığımız şey, sınırlıdır, köşelidir, fazla seçenek yoktur.
Bu mânâda meçhulün cazibesi baş döndürücüdür. Farklı yapılanmaların, inşaların, teknik ve sanatın perdeli izleri, bazen sönük bir hayatı canlandırmak için fırsat düşleri, öte vaatleri, soyutun kokusu, Hakk’ın boyası gizlidir. Hudutlar, eşyanın gerisi de meçhuldür.
Meçhulde bir açılma ve aşılma hazzı vardır. Zaten başka tercihimiz de yoktur. Yaşar, dalar gideriz. Gönlümüzce müdahale edip, hükmedemeyiz.
Geleceği, bilinmezi, çıkmazların ertesini hep merak etmişizdir. Hayatın gizli sayfalarını, hep kilitli duran ömrümüzün masalındaki kırkıncı odayı, yaşamımızdaki Kaf Dağı’nın ardını, meçhul diyarları, “dünya öncesi ve sonrası” maceramızı, derin seçkin bir imanın sakladıklarını.
Bir serüvenci, bir kimlik, bir yolcu olarak yapacağımız yaşayacağımız tarihi… İlerlerken karşılaşacağımız keşif sahalarını.
Bir “davamız” varsa eğer -ki var- delillerini, devşireceğimiz izleri, maveranın derin seslerini…
Bizim coğrafyamız, hikâyemiz, fizik ötemizi… Yenilenen idrakimizi, belki katmerli mağlubiyetlerden sonraki doğuş zevkimizi…
Meçhule karşı duyduğumuz kaygı; iyi kaliteli bir yaşama düzeni, devamı ve sonlanması fikrine, belki iç-dış hayatımıza daha fazla çekidüzen vermemize; zorluklara karşı direnme azmine sebep olmuştur yine de.
Titizlenmişizdir, sürüklenip giderken bir ikaz olarak kendimize bakma, muhasebe düşüncesi doğmuştur.
Faaliyet olarak, çevremize yansımıştır. Belki ruhumuza, elverişli yollar, tırmanışlı dağlar, zengin iç kapıları açmıştır. Kaderimiz, dünyamızı güzelleştirme cehdi şeklinde aksetmiştir.
Bütün çabamıza, kuşku ve zafiyetlerimize, çırpınmalarımıza rağmen -ki buna karşılık üstün aklımızın dayatmalarından da vazgeçmeyiz- meçhulün gaybın Allah’a bağlı olduğunu; asıl zenginliğin rahmet ve yüceliğin, nihaî iktidarın kimde bulunduğunu göstermiştir.
Bilme isteğimize rağmen, her şey aşikâr olsaydı, asıl bu ihtimal korkunç olurdu. Kesinlik ve sabiteler her zaman sevimli değildi.
Üstelik bazı “malûmların” ilânı, bedahetler bile tepkiyle, dirençle karşılanırken. Bilinmezlerin peşine düştüğümüz halde; bildikleri görmezden, bildirilenleri duymazdan gelirken. Mesela ölüm, sonumuz güya bize malûm ve bekleyiş içindeyken, dünya tapulu malımız gibi, yine de alır başımızı gideriz sorumsuzca.
Monoton, inişsiz çıkışsız; zıddı olmadığı için vaatkâr kalmayan, müjdeli ve adalet bahşetmeyen, tahditli tek renk bir “süreç” çekilmezleşirdi herhalde.
Hiç değiştiremeyeceğimizi bildiğimiz olgular, her karış çizgisini bildiğimiz bir hayat dilimi, tüm cazibesini yitirecek; hiçbir faaliyete gerek duymadan otsu bir hayata, sürüngenliğe, atalet ile gaflete bizi mahkûm ve kurban edecekti.
İnsan, başlıca meçhullerden, sırlarla dolu bir varlık… Sadece bazı nâdide numunelerden, öncü ve rehberlerden gücünü, kapasitesini, cevherini kısmen görebiliyoruz.
Kendi üzerimizde dahi tasarruf sahibi değiliz. Benimize meçhulüz. Anlayamıyoruz. Yalnız “Niyet hayırsa, akıbet hayır” diye düşünüyoruz.
Her eşiği geçerken, yeni bir esrarla karşılaşıyoruz. Labirentler, dilemmalar, aşikâr zannedilenlerdeki gizler, sır perdeleri…
Eldeki vasıtaların sağlamlığı, delillerin, izlerin sıhhati, geleceğe nispeten ışık tutuyor, güven selâmet sağlıyor.
Meçhule ilerlerken, yolda bilgiler topluyoruz. Meçhulün getirdiği her mesele, netice bir tecrübe, hayat bilgisi.
Bu verilerin çoğu belki zihin çöplüğüne, hurdalığa atılıyor. Kimi de bilinmezliklerde seyrederken pusula oluyor; kuşkuyu, telâş ve karanlığı siliyor.
Hükmümüzün geçebileceği, bazı olumsuzlukları engelleyebileceğimiz, dönüştürüp, yön verebileceğimiz ihtimali bizi teselli ediyor; yaşamın üstesinden gelmemize, ümitlenmemize sebep oluyor.
Allah ki en büyük meçhul. Bizi çekiyor.