Türk romanının seçkin simalarından Halit Ziya Uşaklıgil, “Abdülhamit’in tahttan indirilmesini müteakip yerine Reşat Efendi’nin Beşinci Sultan Mehmet namıyla cülusu üzerine mabeyn başkâtipliği” görevine getirilmiştir.
Onun Saray ve Ötesi eserinde; Yazarın saraydaki memuriyet hayatına, önemli olaylara, ortama dair bugün için ilginç gelebilecek ibretlik hatıralara, tahlillere rastlarız.
Bunlardan biri de, Dolmabahçe Sarayında muayede(bayramlaşma) salonunda, bayram için yapılan merasimdir. “Pek ziyade izdihama ve külfete sebep olan bu muayede resminin tertibi, icrası teşrifat memurlarına aitti, meşrutiyet zamanında gene öyle devam etti.” diyen yazara kulak verelim:
“Muayede de hazır bulunacak olanları hanedan azasından başlayarak heyeti vükelayı teşkil eden zevat, ondan sonra ûlâ sanisinden yukarıda bulunan mülkî rütbe sahipleriyle bu rütbelerin karşılığı askerî rütbe sahipleri, önde gelen din adamları ve en son hünkârın hususi hizmetini teşkil eden ve o rütbe sahipleri arasında sıraya girmiş olan zevat tertip ederdi. Bunun nasıl bir yekûn teşkil edeceği düşünülünce derhal anlaşılırdı ki teşrifat idaresi davetleri birkaç nöbete ayırmak mecburiyetinde idi.
Abdülhamit zamanında günden güne artan rütbe sahiplerini böylece ayrı ayrı bayramlara taksim etmekten başka bir çare bulunamazdı. Sultan Reşat zamanında böyle bir tedbire müracaat lüzumu pek hissedilmedi, davet edilecek olanların adedi kendiliğinden mahdut bir daire içinde kaldı, fakat böyle olmakla beraber bayram namazından sonra Dolmabahçe’nin bütün salonları, divanhaneleri, odaları akın akın gelenlerle dolardı. Ve başlarında âmirleri, bütün teşrifat memurları oradan oraya koşarak, soluya soluya her tarafa yetişerek bu kalabalığı sınıflara ayırmak ve hünkârın önünde yapılacak geçit merasimine bir intizam verebilmek için uğraşırlardı.
“Bir kaç gün evvel muayede salonu hazırlanmış olurdu. Hazine-i hümayundan, tarihi bir kıymeti olduğundan bahsedilen altın kaplı taht getirilmiş, salonun kara tarafına dipte yerleştirilmiş bulunurdu, sefirlerle mahiyetlerine, ecnebi seçkin kişilere salonun yukarı katında taht’a karşı olan kısmında sandalyeler konulmuş, bir de büfe kurulmuş olurdu. Bir resmi sıfatı olmadığı halde muayede merâsimini temaşa etmek müsaadesini alanlar için de gene salonun yukarısında sağ taraf hazırlanır, mabeyn fanfare(Nefesli çalgıların hep birden çaldıkları coşkun parça) takımı gene yukarıda hususî yerini işgal ederdi.
“… Nihayet her iş bitip hünkâr da bayram alayından ve namazından avdet edince, bir müddet muayede salonunun bir köşesinde bulunan hususî odada istirahat ettikten sonra odadan çıkar ve tahta doğru yavaş yavaş ilerlerdi.
Bu sırada selamlık resimlerinde olduğu gibi alkışların beş onu bir halka halinde toplanarak, dua mıdır, alkış mıdır, ne olduğuna dikkat edilemeyen bir gulgule içinde bağırdıkları işitilir ve gene bu sırada fanfare hünkârın marşını çalardı.
Halit Ziya, marşlarla ilgili bir sorunu da ifade ediyor kitabında. Yine hâlükârda danışmanlarımıza da dikkat etmeliyiz:
“Bu marş, garip, tuhaf, daha doğrusu gülünç bir şeydi. Abdülhamid’in marşı da Avrupa’da olduğu gibi, biz de de Cumhuriyetin; İstiklal marşı kabilinden, marştan ziyade bir ilâhî değildi ama Guatelli’nin eseri olmak itibariyle, hoppalığına şakraklığına rağmen, nihayet bir marş idi.
Sultan Reşat’ın ikinci oğlu Necmüddin Efendinin kendisinde mevcudiyetini tevehhüm ettiği musikişinaslıktan gelen bir selâhiyetle tavsiyesi üzerine hünkâra da beğendirilmiş bir musiki acayiplikleri idi ki, mutlaka öyle olunursa kabul olunur mütalaasıyla, meşhur bestekâr Selvelli tarafından yapılmış idi. Bir operetten mi çıkmıştır, nerden doğmuştur marş mıdır, bir oyun havası mıdır, ne olduğuna akıl ermeyen bu marşı her vesile ile işittikçe bunun seçilme zorunluluğundan bizler de bir utanma payı sıçrar mı diye sıkılırdık.” (Halit Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi (Son hatıralar), İnkılâp ve Aka, 1981, s. 244)
Hünkâr tahtına oturunca geçit resmi başlardı.
“Herkes sıra ile tahtın önünden geçer ve sağ tarafta başmabeyincinin elinde duran tahtın saçağını öperek ilerler, tekrar mevkiini alır ve takım takım bütün merasime dahil olanlar bu suretle tahtın önünden geçip saçağı öptükten ve başına götürdükten sonra dizi dizi etrafta halka halka sıralanır, ve nihayet resmi zevatın arkası alınınca Rum patriği olduğu halde, toplu olarak muhtelif mezheplerden rü’esayı ruhaniye salonun ortasına ve tahtın yakınına kadar ilerler, patrik nutkunu okur, bunun Türkçesi patrikhane tercümanı tarafından tekrar edilir, ve bu suretle muayedenin saatlerce süren resmî kısmı hitama ermiş bulunurdu.” (s. 245)
Ünlü romancımız; yine şekil ve renk değiştirse de, herhalde akıl almaz boyutlara erişen, günümüzde de devam eden bir zafiyete temas ediyor:
“… Bu bayramlaşma işinde sükût ile geçiştirilemeyecek bir nokta var: Saçak öpme meselesi.
Âyandan ve mebuslardan birçok zevat bu saçak öpme kaidesini pek ziyade haysiyeti ihlâl edecek, insanlık şerefiyle bağdaşmayacak bir dalkavukluk kabilinden telakki ediyorlardı. Bayramlaşmanın icrasından evvel bu kaidenin kaldırılması için müracaatta bulunuldu. Nasılsa saçak öpmek kaidesinin kaldırılmasını saltanatın şânına ve ecdattan gelen ananeye aykırı addeden hünkâr, diğer pek çok vesilelerle pek uysal iken, bu noktada ısrar etti. Öyle ki resmî vazifeleri, yahut akitleri itibariyle birçok kişiler saçağı öpmekten geri kalmamış iken bir takım vicdan umdesine riayeti vazife edinenler de sadece bir temenna ile çekilip yürümek cihetini iltizam ettiler, ve bu suretle hazır bulunanlar arasında bir ikilik, bir ayrı düşünüş ortaya çıktı. Eğer hünkâr(Sultan Reşad) kendiliğinden şu hiç de lüzumu olmayan saçağı kaldırmış ve başmabeyinciyi onu saatlerce elinde tutmak yorgunluğundan kurtarmış olsaydı, elbette bu nazariye anlaşmazlığı, hiç meydana çıkmamış ve mesele gene hünkâr lehine halledilmiş olurdu.” (s. 246)
Bir başka saçak öpme hadisesi Sultan Vahdettin zamanında geçer.
“Ben o zaman saray dışında idim, sonradan işittim ve sızladım” diye anlatır Halit Ziya Uşaklıgil. Ona göre,“Vahidüddin’in kinleri vardı.”
“Bunlardan biri de Sultan Reşat zamanında sarayda İttihat ve Terakki’nin bir mümessili makamında telakki edilen ve o zaman ikinci mabeynci, daha sonra başmabeynci olan Tevfik Bey hakkında idi. Yıllarca devam eden sıkı münasebetlerimde bu halûk ve nafiz zâtın hiçbir vesile ile temkinden, vakar ve haysiyetin icaplarından ayrıldığına şahit olmamıştım. Tek bir tabirle ahlâkını ifade etmek lazımsa mübarek bir adamdı diyeceğim(…) İşte bu sebeple Vahidüdin’in onun hakkında yaptığı hakareti işitince pek ziyade müteessir olmuştum. Kim bilir kendisi ne olmuştur: Topkapı sarayında biat merasimi esnasında yeni hünkâr tahtında iken önünden geçenlere tahtın saçağını öptürmek vazifesi başmabeyciye düşerdi. O zaman bu mevkide olan Tevfik Beydi. O, vazifesinin başına, tahtın yanına gelince, hünkâr eliyle işaret ederek uzaklaşmasını emretmiş ve ondan sonra gelen mabeynci Nüzhet beye işaret ederek onu yanına çağırmış. Bütün hazır bulunanların gözü önünde açıkça kovmak manasına gelen bu hakaretten sonra biçâre Tevfik Bey bir kenara sinmiş ve yüzünde şamar yemişçesine bir elem, uzun boyunda beline bir tekme vurulmuşçasına bir çöküklükle saatlerce durmuş.
Ondan sonra bunu hazmedildi mi, ne yaptı, sarayda ne kadar kaldı? Vakanın akıbetini bilmiyorum, yalnız biliyorum ki makamında uzun müddet kalamadığı gibi hayatta da pek uzun kalamadı” (s. 233-234)
…
Hayırlı bayramlar diliyorum efendim.