Libya’lı Muhammed’in can verişi

Adnan Özkafa

Memlekette düzen namına bir şey kalmamıştı.

Kimin ne yaptığı belirsiz, ne can güvenliği, ne mal, ne namus-aile güvenliği vardı.

Bugün zaten perişan, yarın da ne olacağı belirsizdi.

“Bu şekilde burada yaşanmaz” dedi, kararını verdi. Alıp başını gidecekti.

Çoluk çocuğunu topladı, elinde avucunda ailesine nafaka olarak tuttuğu üç-beş kuruşu bir gemiciye verdi ve nereye gittiği belli olmayan bir yolculuğa adım attı.

Gemiye binerken son defa ülkesine baktı. Doğduğu köyü, ilk mekteb sıralarını, mahallenin camisini, düğün gününü, çocuklarının doğumunu, evini, odalarını, eşyalarını, işyerini, akrabalarını, arkadaşlarını, fotoğraflarını… hatırladı ve bir erkek olarak gözünden boncuk boncuk inen yaşları ailesinden gizleyerek elinin tersiyle sildi.

Kendisiyle aynı kaderi yaşayan yüzlerce kişiyle beraber güvertede itiş-kakış bir köşeye sığınıp sıkıştılar.

Yavaş yavaş Libya toprakları gözden kayboldu ve dört bir tarafı Akdeniz’in mavi dalgaları kapladı.

Martıların sesleri, rüzgarın uğultusu, derin suların hışırtısı, acıklı vapur sesi birbirine karışırken aile de iyice birbirine sarıldı ve yolculuk devam etti.

O da ne, bir anda gemi sallanmaya, yalpa yapmaya başlamıştı.

Zaten haddinden fazla yolcu var ve dalgalar da üzerlerine üzerlerine geliyordu.

Zaten karınları aç, üşümüş, titriyorlardı, üstüne üstlük bir de denizin tuzlu suyu ile ıslanmışlardı. Taa ciğerlerine kadar tir tir titriyorlardı.

Zaten şaşkınlardı, şimdi daha da şaşırmışlardı.

Çocukları “Babaaa, Babaa!” derken hanımı ise gözlerinin altı morarmış ağzından kelam çıkmıyor, ama o sessiz ve nefret dolu bakışlarıyla tüm dünya liderlerine, idarecilerine, sözde barış havarilerine çok şeyler söylüyordu.

Ve büyük bir dalga direk üzerilerine geldi. Gözlerini ovuşturacağız derken birbirine kenetli ellerini gayri ihtiyari salıverdiler.

Hepsi de birbirinden kopmuşlardı. Karanlıkta tepetaklak derin sulara düşerken hanımının “Belki lazım olur, sıkışınca bozdururuz” diye bir elinde sımsıkı sakladığı yüzüğü ve bir de ayakkabılarını gördü ve “Selmaaa!” diye bağırdı.

Küçük Yasir annesinin çantasının kulpuna sarılmış vaziyette çantayla beraber denize yuvarlandı.

Minik Zeyneb’in önce elinden oyuncak bebeği kaymış, sonra da nazenin bedeni kapkaranlık, derin ve soğuk sulara kayıp gitmişti. Kim bilir zavallı belki de biraz sonra köpek balıklarına yem olacaktı.

Baba Muhammed, sırılsıklam ceketi sırtına yapışmış ve ağzından köpükler gelirken yarı açık gözleriyle tek tek can veren aile efradına çaresizce bakıyordu. Elini onlara uzatmak istiyordu ama ne mümkün…

O da gitti onlarla beraber, derin bir “Aaah!” çekerek karanlık sulara gömüldü…

 

Bu “Aaah” öyle bir ah ki; olaylara sebebiyet veren, seyreden, tepki göstermeyen, gücü olup ta mani olmayan herkesi yakar, yıkar, hayır etmez!

Ve biz kapitalist, global dünya Müslümanları, şu günlerde yaklaşmakta olan yaz mevsiminde acaba bu yıl hangi otelden rezervasyon yapsak derdiyle meşgulüz.

Fazla telaşa gerek yok. Otelinizin balkonu Akdeniz’e baksın, yeter. Açık büfe yemeklerden sonra mehtaplı bir gecede sigara tüttürürken denize iyi bakın. Ya da sahilde hazmetmek için bol yürüyüş yapın.

Bu arada kıyıya vurmuş bir oyuncak bebek ya da kumlara batmış bir alyans görürseniz, “Ah Kaddafi ah” deyin. “Sen sapıktın, psikopattın, manyaktın, zalimdin. Ama şimdikiler ne cici şeyler!”

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.