Hemen önüme park edip aracından inince, araba bir an için yukarıya doğru yaylandı. Hafifledi. Varlığıyla, 90 beygirin üzerine bir de kendi ağırlığını ekliyordu demek ki. Oldukça kilolu birisiydi. Leopar desenli elbisesinin üzerine, aynı desenin daha koyu tonundaki montunu giymiş, bu şekilde bilmem nasıl bir göz zevkine hitap etmiş, her hareketiyle de çevresine güzel, pahalı ve orijinal olduğu belli olan parfüm kokusunu yayıyordu. Şen şakrak, güler yüzlü bir kadın olmalıydı ki aynı asansöre bindiğimizde anaç ve sıcak bir tavırla, kaçıncı kata çıkacağımı sormuştu, “canım” diye hitap ederek.
“Canım sen kaçıncı kata çıkıyorsun?”
Evet, bu tavır ve hitap tarzı bir insanın her zaman şen şakrak ve güler yüzlü olduğunu düşündürürdü bana. Aynı kata çıkacağımızı öğrenince, yoksa benim de Hayal’in evine mi gittiğimi sormuş ve “evet” cevabını alınca da sevinmişti. Ben de öyle. Kendine hemen sempati besleten leopar… (Başta onu kötüleyeceğimi sanmıştınız, değil mi? Yanılmıştınız.)
Bu arada şimdilerde Hayal, Masal ya da Hayat gibi soyut kavramların isimleri kız çocuklarına verilebiliyor ama bundan 44 yıl önce bunun yapılmış olması, Hayal’in anne ve babasının ileri görüşlü ve özgür düşünceli kimseler olduğunu düşündürürdü bana hep. Hoş, bu kadar detaylı da konuşmamıştık onunla hiç. Yalnızca, ‘üst kata yeni taşınan komşu’ diye tanımlayabilecek kadar tanıyordum onu. Fakat davetine icabet edecek kadar da ısınmıştım ona bir yandan, özellikle de geçtiğimiz Muharrem Ayı’nda leziz aşuresiyle kapımı çalıp, aynı zamanda da tanışmak istediğinde.
Şimdiye kadar, durum hakkında yeterince ipucu verdiğimi sanıyorum ama vurgulayıp pekiştirmek gerekirse: yeni taşınan üst kat komşumun evine -ilk kez- gidiyordum ve diğer davetlilerden hiç birisini bilmiyor ve tanımıyordum. İşte bir, az önceki kadınla aynı asansöre binmişliğim ve aynı eve gideceğimi öğrenmişliğim vardı, o kadar. Neyse, biz misafirler için hazırlanmış olan yemeklerin apartmanı saran kokusu için bile oraya gidilebilirdi zaten. Pek çekingen olduğum da söylenemezdi hem zaten.
Bütün ışıkların yakıldığı, konforlu ve zevkli döşenmiş evin salonunda yaklaşık 15 kişi falan vardı. Sanırım yaş ortalaması da benimkinin epey üzerindeydi. Bu da zaten her zaman istediğim şeydi. Zira gençler, hoş görü, ilgi ve sevgiyi daha fazla hak ederlerdi. Hele bir de kimseyi tanımadığım yerde! Büyük şanstı bu.
Bildiğiniz, kadınların ‘gün’ adını verdikleri oturmalardandı bu. Sevmediğim şey değildi. 1 2 saat oturup kalkardım işte. Tanışmalar, sorular, cevaplar, küçük dedikodular falan… “Ev kira mı yoksa kendinizin mi?” tadındaki konuşmalar… Olsun. Yiyecekler pek lezzetliydi. Bundan birkaç yıl öncesiydi. Tüm bunları şimdi size yazma sebebim ise, yalnızca, yaşanan bir diyalogu buraya aktarmak isteyişim. Şöyle ki: bir hanımın, eşinden yenice boşandığı haberi, diğer tüm ikili ve üçlü sohbetleri susturmuş ve tüm dikkatleri bu konuya çekmişti. “Ben büyüklere acımıyorum ama çocuklarına acıyorum” şeklinde yapılan yorum, diğer birkaç kişinin de aklını çelmiş ve onları da aynı bu minvalde yorumlar yapmaya ve homurdanmaya sevk etmişti. Tabi hemen, aksi yönde bir yorum yapmak üzere itici bir kuvvet duymuştum içimde fakat hoş görülme konusunda şansımı fazla zorlamamalı ve diklenip göze batmamalıydım. Hem saygısızca olabilirdi bu, büyüklere karşı. Neyse ki bu noktada, daha asansördeyken boş yere sempati beslemediğimi anladığım leopar, dişi bir panter gibi atılıp düşüncelerime tercüman olmuştu, sağ olsun. (Bunu yapabilecek kadar yaşını başını almış ve diğerleriyle önceden bir tanışıklığı olan bir kadındı o) Bakın aynen şunları söyleyerek, içinden indiği arabayı hafiflettiği gibi beni de hafifletmişti:
-Acımak mı? Başkalarının hayatlarına ya da çocuklarına acıma yetkisini ve hakkını biz kendimizde nasıl bulabiliriz ki? Hem duruma kendi penceremizden nasıl bakabiliriz; başka pencereler, başka sokaklara açılıyorken? O çocukların pencerelerinden göremeyiz bizler. İki ayrı evi ve iki ‘ayrı’ ebeveyni olunca insan zenginleşmez mi hem? Ayrıca çocukları gündemini şu anda tablet, i pad ya da kendi arkadaşları gibi konular işgal ediyor. “Annem ve babam gece olunca birlikte mi uyuyorlar, yoksa, farklı evlerde mi kalıyorlar?” diye düşünerek, onların ilişkisi üzerine kafa yorduklarını sanmıyorum çocukların pek.
Cümlesi cümlesine hatırlarım, aynen bunları söylemişti yiğit kadın. Yiğit gibi eril bir sıfatın, bir kadına ne kadar çok yakıştığını o gün görmüştüm ben de, salonun ışıkları onun üzerinde daha parlak bir hale gelince.
Ve evet, “Aynı kata çıkıyoruz canım. Hayal’in evine; kral çıplak demenin hayal olmadığı eve”.