Fatoş'un gercek isminin Fatma; Hale'ninkinin Halime; hatta, Tuna'ninkinin de Mehmet olduğunu -burada kafiye olmasa da- öğrendiğim anlardaki yaşadığım kandırılma hissinden çok daha fazlasını, Melek Abla'nın gerçek adının Melâike olduğunu duyduğumda yaşamıştım. Öyle ya, Melâike sözcüğündeki ince a harfi, isme geleneksel bir hava katıyor. Oysa modernlik her zaman evladir. (Melaike, melek kelimesinin çoğuludur ayrıca, belirteyim.) Gerçi ha Melek ha Melâike, önünde sonunda tuvalet ihtiyacı hasıl olabilen bir canlıya verilmek icin fazla iddialı değil mi? Neyse, konudan uzaklaşmayalım... Melek Abla'da o hissi neden daha fazla tattığımı bilmeniz lazım öncelikle, yazının ilerleyebilmesi için.
Ondan hiç beklemezdim bunu. Öyle doğru sözlü, filozof ve bilgece konuşan birisiydi ki o... En nihayetinde, hepi topu basit bir isim konusunda neden gerçek olmayan bir şeyi, sanki gerçekmiş gibi sunuyordu ki, ismi sorulduğunda? Hoş, "insanin kendi ismini seçmeye bile hakkı yok mudur, isteyen istediğini yapar, bize ne bundan canım?" tadındaki özgürlükçü savlarla da karşılaşabilirim şimdi. Doğru da, bir yandan... İnsanın kendi ismini seçme şansına sahip olabilmesi, son derece haklı bir durum gibi geliyor kulağa. Fakat yine de isim, 'konulur' bana göre. Verilir ve alınır. Kişi edilgendir bu noktada. Öyle gelir bana hep, bilmem...
Melek Abla'ya dönelim. Çevresinde sözü dinlenilen, sevilen ve bilhassa da saygı hatta hürmet duyulan bir zattır kendisi -kisi yerine zat deyince, daha esaslı olur hep- Bahçeli villasının kapalı terasındaki ikindi sohbetlerinde muhakkak bir kaç dinleyicisi, her zaman da ufak ama sağlam bir hayran kitlesi mevcuttur onun. Filozof, bilge hatta bir de eklemeyi unuttuğum ermiş gibi sıfatları, konuştuğu zamanlarda onu bir görseniz, muhakkak siz de yakıştırırdınız ona. Hani spirituelizmden girer, dinî konulardan çıkar, ne aura bırakır ne de belli vakitlerde okunması icap eden faziletli duaları. Hepsini tek bir potada eritip hemhal etmek,söyleyin, kaç kişinin harcıdır ki en fazla? Ama o bunu yapar işte. Öylesi bir zat...
Ne var ki gerçek ismini değil de başka bir ismi kullandığını öğrendigimden beri, dışarıdan hiç belli etmesem de hatrı sayılır bir güvensizlik hissi oluştu bende, ona karşı. O günden beridir, hiç bir zaman kendi sosyal çevresinde görüp gözlemleyemediğim bu kişinin, bizlere aktardığı öğretilerden acaba ne kadarını kendisinin yaşadığını ve uyguladığını merak eden sinsi karanlık ve kötücül bir kuşku gelip oturdu içime. Hakikaten, onu yalnızca konuşup anlatırken görmüştüm ben ve benim gibi cahil ve aciz beşerlere. Konuşmak ve yapmak arasında kalın bir çizgi olurdu oysa hep.
Bir gün, evinin kapısı hiç beklenmedik bir şekilde hararetle çalındı ve evdeki yardımcı kapıyı açtığında, Melek Abla'nın henüz genç bir anne olan kızıula, onun 5 6 yaşlarındaki oğlunun geldiğini ögrendik. Melek Abla hemen antreye kostu. O gün terasta değil de alt kattaki salonunda ağırlanmış olduğumuz icin, antreye yakın bir konumdaydık biz de. Kapı eşiğindeki karşılaşmayı göremesek de, konuşulanları açıkça duyabiliyorduk yani.
Ilkin kızıhla o şekilde karşılastığı için durumdan hiç de memnun olmadığını anladım, ablamızın. Sinirli sinirli bir şeyler söyledi, elinden tuttuğu, belli ki bir şeylere fena halde kızmış olan küçük oğlunu sakinleştirmeye çalışan kızına -anneye-. Şu tabloyu orada olmasam da görmek zor degildi yani: yaramazca huysuzlanan ve ağlayarak yırtınan küçük bir çocuk ve sinirleri tamamen yıpranip son çare olarak kendi annesine koşmuş olan genç bir anne... Hatta annenin sesinde ağlamaklı bir ton vardı, ağlıyordu galiba.
Şu kriz aninda bir bilge nasıl bir tutum sergileyecekti acaba? Yıllardır arayıp da bulamadığım şartlar oluşmuştu bir bakıma...
Kızına karşı herhangi bir sempati, merhamet ya da hoşgörü taşımadığını anlamak zor değildi, Melek Abla'nın onu azarlayan ve çocuğu bu hale onun -kendi kızının- getirdiğini söyleyen sozlerinden. Ve torununa "Böyle bir annen olduğu için çok şanssızsın" dediği anda, genç annenin kalbinden gelen kırılma sesi, tüm şehri kuşattı o anda sanırım.
Nitekim akşam haberlerinde bundan bahsediliyordu. Tüm şehri saran o gizemli sesin kaynağı ne olabilirdi? Deprem habercisi mi yoksa HAARP denemesi mi?
Sonuçta, içimde Melâike Abla'ya karşı duyduğum kötücül şüphe doğrulanmış oldu ne yazık ki: konuşmak ve yapmak birbirinden apayrı şeylerdi. Sonra da bir daha gitmedim onun sohbetlerine. Şehirde duyulan o gizemli sesin nereden ve neden geldigini biliyordum çünkü artık.
Neydi? "Aynası iştir kişinin; lafa bakılmaz."