Kutularla sarmaş dolaş, kavanoz dipli, kutu gibi bir dünyada yaşarız, oynarız. Başımız yanıp söner, ömrümüz “püf” diye geçer bir “kibrit kutusunda”.
Sadece mesken tuttuğumuz, kök saldığımız apartmanlar değildir kutulaşan.. düşüncelerimizin hapsolduğu saha, peşin hükümlerimiz; zihin ve kalp penceremizdeki sığlık; türlü esaretlerle malûl “kapsama alanımız(!)” da kutu benzeridir; gittikçe daralan.
Bölmeli, kalıplanmış dimağımıza, ne çok şeyi tıkıştırırız… Matruşkalar gibi, derinliklerimizden kutu içinde kutu çıkar. Zannedersiniz ki define sandığıdır; oysa Madonna ile Michael, heva ve hevesle incik boncuk takar, bize ilke inanç satar.
Kutu, bazen güvenliktir. Sevdalarımızı, imanımızı(!) pahalı, gösterişli kaplarda muhafaza ederiz. Yüzüne artık bakılmaz “değerleri” bir mahfazaya(!) koyup, üzerini örteriz. Ve bir kutunun bölmelerinde, kalbimizi gizleriz.
Zaman; içine girdiğimiz, dolambaçlarından çıkamadığımız, sıkıştığımız bir kutudur.
“Fesat kutusu” kalemler, bizi yazmaz bozar… “Demokrasi, Batılılaşma”, ambalajlı albenili kutulardır; egemen güç, dilediğini cebrederek yazar.
Kimi zaman “Kapalı kutu” oluruz; gönül sathını eşyayla(şeyle) doldururuz.
Günlük hayatımızda; lüzumlu gereksiz ayrımı bile yapmadan, yalnızca biriktirir, üst üste koruz. Umudumuz odur ki, türlü anlamlar yükleyip, baş koyduğumuz, tahakküm eden eşya, bize herhalde başarı basamaklarını, zirveyi tırmandıracaktır. Hâlbuki maddenin tasallutuyla boğacak, mahbesimiz olacaktır.
Anlamayız ki; eşyanın(kesretin) nispeti bizi esasen sıkar. Faydalanılmamış, ziyan olmuş demler önümüze yığılır.
Hadiseler “rakamlaşır”, diziler halinde meşgul eder. Yapıcı bir çözüme de ulaştırmaz. Sonunda çeşit çeşit baskı altında kaldığımız dünya koca bir sayı olurken, rakamlaşan “insaniyetimiz” sayılmaz.
…
Meselenin sebep ve neticelerinden belki de en önemlisine, fikir adamlarımızdan Nurettin Topçu şöyle işaret eder:
“Birinci Cihan Harbini kaybettikten sonra, Anadolu İstiklâl Savaşına atıldı. Harp cephesinde kılınç muzaffer oldu. Lâkin hâkimiyette muzaffer olan milletin ruhu idi. Biz bu ruhun hâkimiyeti davasını bayrak yaparak yükselmesini bilmedik.(…) bu buhran içinde kıvranırken, Amerikan kültür ve medeniyetinin istilasına uğradık. Bu kültürün esaslı karakteri, bir prensip ve davâya inanan ve bu inancın etrafında sistemleşerek hayat kazanan izah tarzlarından zihinleri sıyırmak, yalnız göze, kulağa ve damağa hitap eden eşyanın bilgisiyle, iktifa etmekti; bir kelime ile ruhun ilmini ortadan kaldırıp yerine eşyanın ilmini koymaktı. Halbuki biz eşyayı da ruhumuzun açısından görüyoruz. Onu bertaraf edince, bütün hırslarımızla eşyaya bağlanıp onun esirleri olduk. (Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, İstanbul: Yağmur Yay.. 1961, sf. 125 -126)
Maddenin(eşyanın) tutsaklığı küçültmüş, sathîleştirmiştir. “Nizam-ı Âlem Ülküsü”, harsın Türk(ç)üsü bir “kutucuk dünyaya” sığışmıştır.
Mukaddes kavramların dünyevîleşmesi, mefhumların içinin boşaltılması, envaı çeşit kutuyla, abur cuburla doldurulmasıdır “şeyleş(tir)me”.
Giderek eşyanın hakikatinden değil; eşyanın göbeğinden seslenme (karanlığa sığınmış kafalar, dedikodu içindeki âlem(!), sadra nüfuz etmeyen satırlarda insan-Allah ilişkisi, beyaz kâğıttaki karalama, kan kırmızının büyüsü.)
Filmleşen (!) hayatımızdaki gerçekler… Dünyayı bir sahne gibi algılarken, kendimiz de “sahne” olma. Mâsivayla tepeden tırnağa dek boyanma…
…
Biz uyurken………………Hayatta..
Evler bizim olmaktan çıkar. “Evler her modaya göre yeniden düzenlenip tefriş edilecek eşyalarındır artık”. (Fatma K. Barbarosoğlu, Şov ve Mahrem).
Şehirler eşyalaşır; şer bloklaşır, bir set(eşya) olarak karşımıza dikilir.
Nazarımızdaki eşya, şeyleşir ve tamamen mahiyeti değişir. “Her yer-hiçbir yer-hiç bir şey” değildir artık; sadece tek şey(???). Neyyy?
Mutsuzuzdur, belki eşyayı adlandırmış ama kendimize bir ad koyamamış/ kazanamamışızdır. Tanımsızızdır.
Ki bedenimiz bile, özün koruyucusu kâbı değil, âdeta “eşya” mesabesindedir. Ruhsuzluğumuzla, vicdandan soyunmuşluğumuzla nesne ve alabildiğine değersizdir.
Tapındığımız, kutsal put Benlik; dokunulmazlığı, tabuluğuyla tamamen maddîleşip cisimleşmiş ve yolumuz üzerindeki devasa bir eşya konumunu almıştır.
Belki yol alacağız ama eşyanın tasallutundan, girdap gibi ruhumuzu çekip, bizi amansızca pençesine almasından dolayı, nefesimiz kesiliyor.
Eşyanın da her fırsatta seslenişi, kalbi vardır oysa.