Bir televizyon kanalında geçenlerde ilginç bir sokak söyleşisi vardı.
“Dört kutsal kitabın hangileri olduğu” soruldu, rastgele kişilere. Cevaplar uzun uzun düşündürdü beni. İncil’e “incir” diyenler mi ararsınız; dindar görünümü kişilerden, oldukça acayip mukabele edenlerle mi karşılaşırsınız; akla gelmedik her şey, her türlü sürpriz vardı.
Hatta bir ara televizyoncu, muziplik olsun diye “İncil’i, İncir şeklinde” değiştirerek sordu. Gariban kişilerden, “Hayır, doğrusu böyledir” şeklinde bir itiraz gelmedi.
Üstelik Kur’an-ı Kerim’in kime indirildiğini dahi bilmeyen bulunuyordu. Bu gaflet karşısında dehşet içinde kaldık. “Yüzde 99 Müslümanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz” gibi övünmelerimiz, öngörülerimiz olur çoğu zaman. Fakat inancımızın kalitesini pek sorgulamayız.
Bir ateş çemberi içinde, “Üçüncü Dünya Savaşı mı çıkıyor?” dedirtecek günlerdeyiz. Irak, Afganistan, Libya, Mısır, Suriye, Bahreyn… Liste uzayıp gider. Hiç durmaz, kanımızı emerler. Sürekli yeni, yinelenen hedefler.
Bu şuursuzlukla nasıl direneceğiz; İslâmiyet’i neyle, hangi hâlle temsil edeceğiz. “Bir gün mutlaka yıkılacaklar; Avrupa Amerika bitiyor gibi” züğürt tesellileriyle de avunamayız. Bize düşen bir mesuliyet, vazife, dünya görüşü, kulluk şuuru olmalı.
Bize sadece umut veriyor, vaat ediyor; güzel masallar rüyalarla ağzımıza bir parmak bal çalıyorlar. Ama bilinçsiz, çalışmadan, değerlerimize sahip çıkmadan “mesnetsiz” nasıl yükselip dik duracağız, kendimizi müdafaa edip ilerleyeceğiz, bu çetrefil mesele dikkate alınmıyor. Hayaller, balonlar da herhalde bedava.
Hâlbuki karşımızdaki gücün(küfrün) nasıl bir anda birleşebildiğine; kumaşının aynılığına; politikadaki dostlukların(!) nasıl bir lahzada çöpe atıldığına dikkat ediniz.
Sorulara verilen cevaplar, aslında kutsalın ne kadar ehemmiyetsiz görüldüğüne, din algısına ve tasavvuruna işaret ediyor. Bize gösterilen düşmanlık bu kadar aşikârken, Hz. İsa’ya gönderilen kitabın ismini bile bilmiyorsak, Haçlı zihniyetiyle hangi manevî kuvvetle mücadele edeceğiz. Hangi donanımla, beyin gücüyle, ruh ışığıyla. “Defne’nin ölüm sebebi” bilgisi bizi kurtarabilir mi?
Önemsemiyor, aldırmıyoruz; çünkü bir gereklilik, mecburiyet hissetmiyoruz. Günü kurtaracak uygulamalar, vicdanımızı rahatlatacak törenler, kutsal aylar geceler, zahmet gerektirmeyen eğlenceli, sıkışıldığında güle oynaya gidilen türbe ziyaretleri, çaput bağlamalar, bol dedikodulu ziyankâr saatlerden belki bir Yasin okumalar, haftada bir Cuma Namazı var ne de olsa. Üç dakikalık dinî hayat, günü kurtarır nasılsa. Fazla zahmete ne gerek?
Gösterişli hayatın, TV’nin, dizilerin, gezmelerin yerini ne tutabilir. Sual edilseydi, sporcu isimleri, televizyon yıldızları bir çırpıda sayılırdı oysa. Yüceltilmiş “Tatlıses” kuyruklarını da unutmayalım bu arada. Yarabbi, ne mübarek bir kişiymiş. Aradığımız hikmet(!) meğer neredeymiş. Memleket ne halde. Millet şıkır şıkır oynama derdinde.
Tuttuğumuz bir takım kadar önemli olmayabilir, Dört kutsal kitap… Yahut lüks bir mağazada yapılan indirim, cep telefonundaki gelişmeler, araba reklâmları kadar hayatî ehemmiyete haiz bulunmayabilir. Eşarbımızın markası, saçımızın boyası, çocuklarımızın İngilizce başarısı kadar önde gelmeyebilir.
Eksilen, azalan, çok değerli bir süreç var. Hayatımız, bedenimiz, zamanımız gittikçe tükeniyor. Ruhumuz aç biilaç.
Doldurduklarımıza bakınız. Ya da boşluğumuzun korkunçluğuna. Veya kimlerle kol kola girdiğimize.
Ortadoğu’da, dünyada söz sahibi parlayan, yıldız ülkeymiş.
Pöff! Poff!
“Dört kutsal kitabın hangileri olduğu” soruldu, rastgele kişilere. Cevaplar uzun uzun düşündürdü beni. İncil’e “incir” diyenler mi ararsınız; dindar görünümü kişilerden, oldukça acayip mukabele edenlerle mi karşılaşırsınız; akla gelmedik her şey, her türlü sürpriz vardı.
Hatta bir ara televizyoncu, muziplik olsun diye “İncil’i, İncir şeklinde” değiştirerek sordu. Gariban kişilerden, “Hayır, doğrusu böyledir” şeklinde bir itiraz gelmedi.
Üstelik Kur’an-ı Kerim’in kime indirildiğini dahi bilmeyen bulunuyordu. Bu gaflet karşısında dehşet içinde kaldık. “Yüzde 99 Müslümanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz” gibi övünmelerimiz, öngörülerimiz olur çoğu zaman. Fakat inancımızın kalitesini pek sorgulamayız.
Bir ateş çemberi içinde, “Üçüncü Dünya Savaşı mı çıkıyor?” dedirtecek günlerdeyiz. Irak, Afganistan, Libya, Mısır, Suriye, Bahreyn… Liste uzayıp gider. Hiç durmaz, kanımızı emerler. Sürekli yeni, yinelenen hedefler.
Bu şuursuzlukla nasıl direneceğiz; İslâmiyet’i neyle, hangi hâlle temsil edeceğiz. “Bir gün mutlaka yıkılacaklar; Avrupa Amerika bitiyor gibi” züğürt tesellileriyle de avunamayız. Bize düşen bir mesuliyet, vazife, dünya görüşü, kulluk şuuru olmalı.
Bize sadece umut veriyor, vaat ediyor; güzel masallar rüyalarla ağzımıza bir parmak bal çalıyorlar. Ama bilinçsiz, çalışmadan, değerlerimize sahip çıkmadan “mesnetsiz” nasıl yükselip dik duracağız, kendimizi müdafaa edip ilerleyeceğiz, bu çetrefil mesele dikkate alınmıyor. Hayaller, balonlar da herhalde bedava.
Hâlbuki karşımızdaki gücün(küfrün) nasıl bir anda birleşebildiğine; kumaşının aynılığına; politikadaki dostlukların(!) nasıl bir lahzada çöpe atıldığına dikkat ediniz.
Sorulara verilen cevaplar, aslında kutsalın ne kadar ehemmiyetsiz görüldüğüne, din algısına ve tasavvuruna işaret ediyor. Bize gösterilen düşmanlık bu kadar aşikârken, Hz. İsa’ya gönderilen kitabın ismini bile bilmiyorsak, Haçlı zihniyetiyle hangi manevî kuvvetle mücadele edeceğiz. Hangi donanımla, beyin gücüyle, ruh ışığıyla. “Defne’nin ölüm sebebi” bilgisi bizi kurtarabilir mi?
Önemsemiyor, aldırmıyoruz; çünkü bir gereklilik, mecburiyet hissetmiyoruz. Günü kurtaracak uygulamalar, vicdanımızı rahatlatacak törenler, kutsal aylar geceler, zahmet gerektirmeyen eğlenceli, sıkışıldığında güle oynaya gidilen türbe ziyaretleri, çaput bağlamalar, bol dedikodulu ziyankâr saatlerden belki bir Yasin okumalar, haftada bir Cuma Namazı var ne de olsa. Üç dakikalık dinî hayat, günü kurtarır nasılsa. Fazla zahmete ne gerek?
Gösterişli hayatın, TV’nin, dizilerin, gezmelerin yerini ne tutabilir. Sual edilseydi, sporcu isimleri, televizyon yıldızları bir çırpıda sayılırdı oysa. Yüceltilmiş “Tatlıses” kuyruklarını da unutmayalım bu arada. Yarabbi, ne mübarek bir kişiymiş. Aradığımız hikmet(!) meğer neredeymiş. Memleket ne halde. Millet şıkır şıkır oynama derdinde.
Tuttuğumuz bir takım kadar önemli olmayabilir, Dört kutsal kitap… Yahut lüks bir mağazada yapılan indirim, cep telefonundaki gelişmeler, araba reklâmları kadar hayatî ehemmiyete haiz bulunmayabilir. Eşarbımızın markası, saçımızın boyası, çocuklarımızın İngilizce başarısı kadar önde gelmeyebilir.
Eksilen, azalan, çok değerli bir süreç var. Hayatımız, bedenimiz, zamanımız gittikçe tükeniyor. Ruhumuz aç biilaç.
Doldurduklarımıza bakınız. Ya da boşluğumuzun korkunçluğuna. Veya kimlerle kol kola girdiğimize.
Ortadoğu’da, dünyada söz sahibi parlayan, yıldız ülkeymiş.
Pöff! Poff!