Manzaranın içine girdiğinizde, onu kaybetmiş mi, yoksa, onu yaşamış mı oluruz?
Dahası, manzara izlenilesi mi, yoksa, içinde bulunulası mı bir şeydir?
Bir an kafanızda canlandırın. Büyüklerimiz, tasavvur etmek derler. İmajine etmek diyen de var şimdi gerçi. Canlandırmak kelimesinin göklerce hadsiz bulunup hoş karşılanmaması ihtimalinden bahsetmek de mümkün hem. Olsun. Sözcüklere takılmayalım. İfade kendini yeterince açıklamış olmalı şimdiye kadar. İşte o manzara.
İnsanın gözlerini büyüleyen, gönlünü kendine bağlayan, varlığını kendisine hayran bırakıp tutkun eden manzara, tüm ihtişamı ve albenisiyle karşınıza serilmiş. Muhtemelen bir doğa manzarasıdır bu. Bir akşam vaktinde, üzerinde dolunayın parladığı bir deniz manzarası, öyle mehtaplı bir akşam; kanyonların göğe nazır olan ve yükseklik hissini bakanın gözlerine cömertçe sunduğu uçurumlu bir manzara; salkımlı söğütlü, çiçekli böcekli hatta biraz da sulu, nemli ve buğulu bir orman manzarası, ya da, başka bir manzara. Durup da onu seyretmenin keyfine mi varmalı? Yoksa, izleyici değil de katılımcı olmayı seçerek o manzaranın içine mi girmeli?
Doymayan gözlerimizin, baktığına yaklaşıp ona ekmek banma arzusu, bilinen ve insani bir zafiyet olagelmiştir, en eskiden beri. Yetinmenin asıl zenginlik olduğunu asla kesmeyen aklımız çelinir çelinmez ‘daha fazlası’ için zehirlenmeye başlar. “Haydi yaklaş ve o manzaranın içine gir” bilirsiniz işte, sol kulağımız ne yazık ki kusursuz bir şekilde duyar çoğu zaman. Sağ kulağımız gibi sağırlaşmamıştır.
O fısıltıyı, ilahi ve gizemli bir buyruğa itaat edercesine pür dikkat duyar ve dinleriz çoğunlukla. İdaresine sunduğu yularının yönetimini ve denetimini memnuniyetle nefsin eline veren her kişi gibi. Er kişi gibi değil; her kişi gibi.
Manzaranın içine girildiğinde, onun manzara olma özelliğinin kaybolup yalnızca bir ‘içinde bulunulan ortam’ olacağını hesap edemeyip de çamurlu ayakkabılarıyla manzaraya doğru adım atan kişiyi önünde sonunda, er geç bekleyen hayal kırıklığının adına ‘hüsran’ diyelim bu noktada da. Zira eski kelimeler daha güçlüdür her zaman. Hani sevdanın aşktan; hasretin özlemden; hüsranın da hayal kırıklığından daha etkili sözcükler olduğunu, onların anlamlarını gönül terazisinde tarttığımızda görebiliriz. Bir şeyi ölçmek için illa dünyasal laboratuvarlara ve şartlara mecbur değilizdir ya! Konuya dönersek, işte ancak ‘hüsran’ kelimesindeki ağırlığa karşılık gelebilecek şekildeki bir pişmanlığa ram olmuştur, manzaranın içine doğru adım atan kişi. Çamurlu ayakkabılarıyla!
Oysa manzara, sahip olunabilecek ve sahip olunması gereken değil; izlenebilecek ve izlenmesi icap eden bir şeydir. Ne var ki insan, kirletir çoğu zaman. Yuları çoğunlukla nefsin -egonun- elinde bulunan her kişi. Uzaktan baktığınızda o manzaranın içinde böyle birinin bulunuyor olması kirletmez manzarayı ve fakat. Söylediğim şey, bu değil. Dediğim, onun içine kendinizin girmesinin manzarayı bozacağı, onu bakışlarınızdan çalıp burnunuzun dibine getirip sokarak onu yalnızca içinde bulunulan bir ortam sınıfına indirgeyeceği ve tüm büyüyü yok edeceği…
O halde, manzara, çamurlu ayakkabılarımızla içine girilecek bir şey değildir ve ‘güzellik’ de öyle… Dokunulmaz ve kutsal olanlara el uzatmayalım iyisi mi.