Ahmet Haşim, “Bize Göre” isimli eserinde, “Kürk” başlığı altında bazı fikirleri söylerken, hanımlara takılmadan da edemez:
“Tırnaklarını uzatıp sivrilten ve vücudu baştanbaşa tüylü göstermek isteyen kadın, belli ki insandan başka bir hayvana benzemek için uğraşıyor. Kadınlarda bu insan şeklinden uzaklaşma eğiliminin sebebleri ne olsa gerek?” diye sorar.
Üstadın değinmediği, erkeklerde de “kürklenme” temayülünün olduğu, hatta daha beteridir. Yoksa bu zulüm, kaos ortamını, kötülüğü neyle izah edecektik?
Kürk temin etmek için yapılan katliamlar, neyin sergilemesidir?
Ve bir kürkün/postun altına girmek niçin bu kadar önemlidir?
Başımızı bir kürkün içine, bedenimizi kuytuluğuna sokmak, insaniyet yükünün emanetin ağırlığından kurtulmamızı sağlar mı?
Kürk baş(lık)lar; hür zihnimizi ve gövdemizi cendereye alır mı? Onların yumuşak sıcaklığı, gafletin, uyurgezerliğin ve uyuşmanın bir delili, bizimse kıyametimizin habercisi olabilir mi?
Kim bilir belki de, kürkler(imiz)e beslediğimiz engin(!) sevgi ve kaçış; ilkel mağara devirlerine, muhtemel tüylü atalarımıza, şaklaban mukallit bir maymunsuluğa duyulan özlemdendir.
Nasreddin Hoca’nın meşhur “Ye kürküm ye!” fıkrası ise, sadece zengin, birinci sınıf(!) ruhlara gösterilen itibarı değil; belki nice işe yaramaz, insaniyetten uzaklaşmış görklü kürklüye işaret eder.
Tercihini “kürkten” yana kullanan nice kavim vardır. Kisvelerin değişmesi, ışığa kapanmakta kararlı ruhların inadını kaldırmaz. Ve “kürk giydirmek” yahut elde etmek meraklısı azımsanmayacak sayıda insanı…
Bin bir havai hevesle, bütün gücümüzle kürkü tutar, yakalar ve kavrarız.
Büründüğümüz kürk, türler arası belirsizliğin, geçişlerin ya da aynîleşmenin belirtisi sayılabilir.
Sivri tırnakların ojelenmesi, kürklerin boyanması; kardeşine yönelmiş bilenmiş nice gizli kalp silahının varlığını, hıncı, gazabı, nâhak savaşların mevcudiyetini, tarih seyrini ve kanla doymuş coğrafyaların, kürk(lü) ağırlığı altında ezilmiş bedbaht olmuş beşeriyet gerçeğini değiştirmez.
Kıldan tüyden meselelerin genişleyerek, arzı başları sardığı; esasen kadın erkek cümlecek, görünmez kürkleri -bir mankurt başlığı- gibi taşıdığımız inkâr edilemez.
Sadece kahramanlar, yüceler, gönül kılavuzları, sağduyulu aklın hükümdarları izlenmez. Yollar mağaralara, inlere, kürklü yaratıklarla yüzük kardeşliğine de çıkabilir.
Kalplerdeki mühür ve damgaları, kan izlerini örtmüş hangi yırtıcı tecavüzkâr pe(n)çenin vurduğu hemen bilinmeyebilir.
Mazrufumuzdaki okumalar, belki sadece karanlık bir homurtu, belki yalnızca bir tavşanın korkak, saklı, mağlûbiyet sesidir. Yazmalarsa genelde iki hecedir. “Böö! Mee!........”
Zafiyetlerimizi kürklenerek kapatabiliriz. “Cins kürke” sahip olduk diye, (deri)nliklerimizin derisini, esasen kabımızı gömlek değiştirir gibi atabilir; “dönüşüm” diye tutturabiliriz.
Meğerki kelimenin etrafında Avrupaî bir vecdle dönüş yapacaksak…
Her ne kadar kürklü bir çizme altında ezilsek ziyan olsak da…
Ne zaman “Ohh! Ye(e)! Yee!” diyen kürklü obur mendebur bir George gördüğümüzde, yavru bir kürklünün emekleme, ev ödevi yapma telâşıyla heyecanla ünlediği: “AB(i)!” nidasını hatırlarız.
Ruhumuz kat kat soyulur, cesedimiz asılır; meydanda nazenin bir kürk yüzülür/süzülür.
Samur, vaşak, tilki, sincap..
Geçirirsiniz vizonu sırtınıza. Viz(y)on sahibi olursunuz.
Derûnumuzdaki kürklerde ise, sayısız böcek gezer. Herhalde sıkı bir denetleme, sürekli bir ilaçlama gerekir.
Kürkçü dükkânına sırf tilkiler dönüp dolaşıp gelmez, bazen ruhunu satmış, içinde bir “hayaleti” saklayan kürkler de girer ve pazarlık eder.
Kimileri “Kıl” olsa da, bazı yazılardan eleştirel kıl(çık)ları tüyleri ayıklamak zor olacaktır tabii ki...