İnsanlar kendilerine sınır koymayı pek sevmeseler de bilerek ve isteyerek kendine sınır koymakta yaratılmışların en başta geleni yine insandır desek yanlış olmaz.
Hayatını sınırlamıyor gibi, görünse de en başta evini ve ailesini sınırlıyor.
Bütün dünyayı ve tüm insanları kucaklıyor gibi görünse de eşini, dostunu ve arkadaşlarını sınırlıyor.
Kazancına hiçbir sınır tanımıyor gibi görünse de kazancını ve kazancından verdiklerini sınırlıyor.
Okudukları ve öğrendikleri için sınır tanımadığını söylese de, okumuyor veya okuduklarını sınırlıyor dolayısıyla da anladığını ve anlattığını da sınırlamış oluyor.
Dünyevi olanlardan sınırlamaları elbette bu kadar değil.
Üstelik sınırlı olan dünyevi olan her şeyi sınırladığı gibi, sınırsız olan uhrevi hayatı için olanları da sınırlıyor elbette.
Kendisi ve sevdikleri için Cennetin sınırsızlığını kabul ediyor görünse de nihayetinde diğer insanlar için cenneti sınırlarken cehennemin sınırsızlığından asla taviz vermiyor.
Dünya ve ahireti böylesine sınırlayınca ister istemez dünya ve ahiret mutluluğunun kitabı olan Kur’an-ı Kerimi de sınırlamış oluyor.
Kur’an-ı Kerimi sınırlayınca da bilerek veya bilmeyerek Kur’an-ı Kerim’in ilk okuyanı, ilk inananı, ilk uygulayanı ve ilk öğreteni olan Hz. Peygamberimizin(sav) dünya ve ahiret hayatındaki varlığını, nübüvvet ve risaleti ve Müslümanlar açısından konumunu da sınırlamış oluyor.
İşin en garip olanı da bu sınırları hem kendisi hem de kendisi gibi düşünmeyenler için koyuyor olmasıdır.
Veya şöyle demek daha doğru olacak:
“İnsanlar Kur’an’ın anlamını kendi zihinlerinde, kendi kalplerin de ve kendi hayatlarında sınırlıyorlarsa onlara zaten başka sınırlama gerekmez .”
Diğer sınırlamaları bir kenara bırakarak Kur’an’ı sınırlama konusuna gelecek olursak; İlk sınırlamaya Kur’anın anlamı konusunda karşılaşıyoruz.
Müslümanların hayatlarının her anını kapsaması gereken bir hayat kitabı olan Kur’anı Kerimin tefsiri veya meali de bir anlamda müellifinin kapasitesi kadar bir sınırlama anlamına gelmektedir.
Tefsirler için bile böyle bir sınırlama olabileceğini düşününce insan gayri ihtiyari olarak meallerdeki sınırlamaların nereye kadar varabileceğini düşünmeden edemiyor.
Çünkü tefsirin bir ilim dalı olarak belli kurallar silsilesinin varlığı bir gerçek iken, meallerde maalesef böyle bir kuralın olmadığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz.
Hal böyle iken bir de hem meal yazanlar hem de içerik olarak sınırlı olan mealler içinde kendilerini sınırlayan güruh var ki eski tabirle onlara derman yetmiyor.
Diğer taraftan bir sınırlama daha var belirtmemiz gereken.
Kur’an Kerim ayetlerinin ifade ettiği anlam dünyasının insanın Kur’an-ı okuduğu andaki psikolojik ve sosyolojik durumu ile sınırlı olmasıdır bu son sınır.
İnsan Kur’an-ı okurken ayetlerde muhatap olduğu Cenabı Allah’ı(cc) ve içinde yaşadığı kâinatın sınırsızlığını Kur’an-ı Kerimden okuduğu ayetlerle ve daha önemlisi kendi kapasitesi ile sınırlıyor olması Kur’an-ı Kerimi anlama konusundaki karşısındaki en baş zorluğudur.
Eğer bir de okuduğu Kur’an ayetlerinden anladığı kadarıyla özellikle tevkifi olan ibadetleri yok kabul edenler ile emir, yasak ve sınırlamaları kendi iç dünyasında özelleştirmeden okuduğu her bir ayetteki mefhumları başkaları için değerlendirirken kendisini müstağni tutmak gibi bir haleti ruhiye içine giriyorsa sınırlamanın bütün kalıplarını kırmış demektir.
Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse hemen Napolyon’un Mısır’ı işgalinde yaşanan Ezan ve Namaz olayını Hz. Peygamberimizin(sav) zamanı ve günümüze döndürmek suretiyle örnek verebiliriz.
Fransız ordusu Mısır'ı işgal edince Napolyon ezanı Muhammedi okununca bu nedir ve niye okunuyor diye sorar.
İnsanları Allah’a(cc) ibadete çağırıyor diye cevap verirler.
Tekrar ibadete gittiklerinde ne olacak diye sorunca da, eğilerek, yatıp kalkarak namaz kılacak ve dağılacaklar cevabını alınca da,
Bu namaz ibadeti bizim işgalimize bir şey söylüyor mu der ve “müsterih olun bize bir şey söylendiği yok” cevabı üzerine de “o zaman bırakın ezan okunsun, namaz kılınsın” der.
Yani işgal boyunca Mısır'da ezanlar asla yasaklanmıyor.
Tıpkı Amerikalılar Irak'a girdiği zaman yasaklanmadığı gibi. Ya da İtalyanların Libya'ya girdiği zaman yasaklamadığı veya Amerika’nın ve daha önce de Rusya’nın Afganistan'ı işgal ettiğinde de yasaklanmadığı gibi.
Ezanı Muhammedinin ve Namazın Müslümanlara bir şey ifade edip etmediği gibi şimdilerde sayıları 200 ü aşmış olan ve her geçen gün de artma eğilimi gösteren ve artık birbirinden intihal edilerek para kazanma yolu haline gelmiş olan meallerin de Müslümanlara bir şeyler söyleyip söylemediğine bakmamız gerekiyor.
Mealler bize dokunmuyorsa yani meallerdeki ifadelerde var olan ve imanımıza, ibadetimize ağız dolusu hakaretler bizi hiç ilgilendirmiyorsa sadece meal yazanlar ve okuyanlar değil biz de kendimize Kur’an-ı Kerim konusunda kendimizin bile yıkamayacağı sınırlar koymuşuz demektir.
FARKINDA MISINIZ?
Abdullah İbni Mesud(ra) un Kâbe de okuduğu Kur’an ile Bilal bin Rebah'ın(ra) Medine’de okuduğu ezan, inancın hayata yansıması olarak sadece Müslümanlara değil belki daha da fazla zalimlere, müşrik ve kâfirlere dokunan bir Kur’an ve Ezandı.
Ya bizim okuduklarımız kime dokunuyor?