Üç Dinin Ortak Başkenti
Kudüs’ün İbranicedeki adı Yeruşalayim’dir. Batı dillerindeki adı da Jerusâlem’dir. Müslümanlar “bereket, mübârek” gibi mânâlara gelen Kudüs demişlerdir. Kur’an-ı Kerimde Mescid-i Aksâ diye geçen âyetten Kudüs ve havâlisi kastedilir.
Târihi MÖ 5. asra kadar gider. Birçok yıkımlara, istilâlara ve el değiştirmelere ma’rûz kalmıştır. Birçok peygamberin doğduğu ve ikamet ettiği bir şehirdir. Yahûdilerce Tanrı Yahova’nın ikamet ettiği ve kıyâmete kadar İsrail oğullarına başkent olarak verildiğine inanılır.
Yahûdiler ibâdet ve dualarında Kudüs’e dönmek mecburiyetindedirler. Hz. Îsâ bu şehirde doğup, dünyevi hayatı bu şehirde son bulduğu için, Hıristiyanlarca da kutsal şehir kabul edilir ve hac için buraya gelirler. Müslümanlar da ilk zamanlar Kudüs’e dönerek ibâdet etmişlerdir. Daha sonra Kâbe’ye dönmeleri emredilmiştir.[1]
Kur’an’da Mescid-i Aksâ ve havâlisinin (Kudüs’ün) mübârek ve mükerrem bir yer olduğu, Hz. Peygamberin Miraç’a giderken burada namaz kıldığı bildirilir.[2] Dolayısıyla üç büyük din tarafından da Kutsal bir şehir olduğu kabul edilir. Müslümanlar tarafından Mekke ve Medîne’den sonra üçüncü mübârek ve mümtaz şehirdir.
Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde Ebû Ubeyde b. Cerrah komutasındaki İslâm orduları Filistin’i fethetmiş, Kudüs’ü de muhâsara etmiştir. Şehrin patrik ve din adamları, şehri Halîfe Ömer’e teslim edeceklerini bildirmişler, M. 638 yılında Hz. Ömer’in gelmesiyle şehrin anahtarı teslim edilmiş, hiçbir zulüm ve katliam yapılmamış, kimsenin malına, canına bir zarar gelmemiştir.
Emevîler, Abbasiler, Fatımiler, Büyük Selçuklular döneminde Kudüs bir ilim ve irfan şehri olmuştur. Gayri Müslimler rahat ve huzur içinde yaşamışlardır.
Haçlıların Mezbahası Olan Kudüs
Haçlı orduları 15 Temmuz 1099 da Kudüs’ü kuşatıp, 461 yıl İslâm idâresinden sonra, Fatımî’lerin elinden almışlar, Hz. Ömer dönemindekinin aksine bütün Müslümanları, Müslümanlara yardım ettikleri gerekçesi ile bütün Yahûdileri katletmişlerdir. Öldürülen bu insanların 70 bin civârında olduğu târihî rivâyetler arasındadır.[3] Selahaddin Eyyubî’nin danışmanı Üsame İbni Münkız bu katliam hususunda şöyle demiştir: “…Kudüs’te zulüm ile öldürülenlerin hikâyeleri, yeni doğmuş bebeğin saçlarını ağartır.”
2 Ekim 1187 de Selahaddin Eyyubî tekrar alıncaya kadar 88 yıl Kudüs Haçlıların elinde kalmıştır. Selahaddin Eyyubî fethinde de yine kıyım ve katliam olmamış, isteyen gayri Müslimler her şeylerini alıp şehri terk etmişler, dileyenler de kalmışlardır.
1516 yılına kadar Eyyubiler, Fatımiler, Memluklar… Elinde kalan Kudüs, bu târihte, Yavuz Sultan Selim’in Mercidabık Meydan Muhârebesinde Memlukları yenmesiyle Osmanlının eline geçmiştir.
1917 yılına kadar 401 sene 3 ay, 6 gün Osmanlı idâresinde kalan ve birçok imar faaliyetleri gören, sosyal imkânlara kavuşan Kudüs, mezkûr târihte Osmanlı Ordusunun İngilizlere Kanal Savaşlarında yenilmesiyle elden çıkmıştır. Ne gariptir ki, zaman zaman Osmanlı aleyhine sözler söyleyen, Osmanlı Kudüs’ten çekilince ondan kalan izleri silip atan, kapılar üzerindeki Osmanlı tuğralarını bile kazıyan o sözde Arap aydınları, Osmanlının asırlarca elinde tutup savunduğu, Kudüs’ü 1948 savaşında ancak 31 saat ellerinde tutup müdafaa edebilmişlerdir.[4]
Kudüs’ün Mâkus Tâlihi
1917’den 1948 yılına kadar İngilizlerin idâresinde kalan Filistin bölgesine birçok Yahûdi iskân edilmiştir. Bu esnada Araplarla Yahûdiler arasında birçok huzursuzluklar, isyanlar, arbedeler olmuş, 1948 yılında da Arap İsrail Savaşı vuku bulmuştur. Bu savaşta Kudüs ikiye bölünmüş, Batı Kudüs İsrail’in başşehri ilân edilmiştir. Doğu Kudüs Ürdün’de kalmıştır. İsrail 1980 de BM’in kınamalarına-boyamalarına! Aldırmadan Kudüs’ü İsrail’in ebedî başşehri ilân etmiştir.
Kudüs’ten başlamak üzere satın alma, el koyma, devletleştirme, zorla, baskıyla Arapların elinden gasp etme yöntemleriyle yarım asra varmadan İsrail Kudüs’ün tamamına sahip olmuştur. Bugün her türlü haklardan mahrum, korkutulmuş, sindirilmiş, hakları ve malları ellerinden alınmış çok az bir Arap nüfus barınmaktadır.
Kudüs en huzurlu günlerini Osmanlı döneminde yaşamıştır. Kutsal mekânlar hatırına Osmanlı Kudüs’e çok daha farklı davranmış, her tarafını vakıflar ve sosyal tesislerle donatmıştır. İsrailli târihçi Amy Singer bundan sitayişle bahsetmiş, özellikle Hürrem Sultanın yaptırdığı Vakıf ve müştemilâtıyla ilgili bilgi vermiş ve dünyaya duyurmuştur.[5]
Her üç dinin mensupları da Kudüs’te, Batılı misyonerlerin insanları iğfal etmeye başladıkları 1850’li yıllara kadar eşitlik ve müsavat içinde yaşamışlardır. Osmanlıyı erkekçe-mertçe savaş meydanlarında yenemeyen Haçlılar, işi kalleşliğe döküp, Osmanlı içindeki azınlıkları çeşitli şekillerde iğfal etmeye, kandırmaya, isyan ve ihtilallara teşvik etmeye başlayınca her yerde olduğu gibi, Filistin ve Kudüs’te de huzursuzluklar başlamıştır.
1850’li yıllardan sonra, Yahûdilerin Arz-ı Mev’ud hususundaki emellerine yeşil ışık yakan ve Osmanlı içinde yaşayan Müslim ve Gayri Müslim azınlıkları, ırkçılık propagandaları ile ayağa kaldıran Haçlılar, özellikle İngilizler Ortadoğu’yu ve Balkanları cadı kazanına çevirmişler, Osmanlıyı kendi içindeki unsurlara yıktırma cihetine gitmişlerdir.
Birinci Dünya Savaşına gelindiği günlerde bu propaganda hat safhaya ulaşmış, Almanlarla aynı blokta savaştığı için; “Hıristiyan bir devletle ittifak eden, onun verdiği Demir Haç Madalyasını kalbinin üstünde taşıyan Halîfenin cihat çağrısına uymak gerekmez, bilakis uymak küfrü gerektirir”[6] gibi söylentilerle; “Halîfelik Kureyş soyundan birinin hakkıdır.[7] Başka soy ve milletlerden birinin Halîfe olması câiz ve meşru değildir.[8] Osmanlı 400 senedir Hilâfet makamını gasp etmiştir ve Arap âlemini sömürmüştür…” gibi fetvalarla, onlara sağladığı basit menfaatlerle, idârecilerine yedirdikleri büyük rüşvetlerle câhil Arapların ekseriyetini Osmanlı aleyhine kıyam ettirmişler, hattâ Osmanlının İslâmiyet’i terk ettiğine, kıpkızıl kâfir olduklarına bile inandırmışlardır.[9]
Hâlbuki Osmanlı hiçbir zaman Arap devletlerini sömürmemiş, bilakis onlara, o beldelerden topladığı vergilerden çok daha fazla yardım etmiştir. Osmanlının felsefesinde sömürme diye bir şey yoktur. Hattâ bazı târihçiler bu sebepten dolayı, “sömürme, kemirme” anlamına gelen İmparatorluk kelimesinin Osmanlı için kullanılmasını doğru bulmamaktadırlar. Eğer Osmanlı sömürgeci olsa, Batıdaki emperyalist devletler gibi zengin olur, kendi beldelerinin her tarafı âbâd olurdu. Bu nasıl sömürgeci bir devlet ki! güya sömürdüğü devletlerin başkentine, yani Şam’a, Kahire’ye, Atina’ya, Sofya’ya… Asfalt, elektrik, su ve kanalizasyon şebekesi gibi sosyal hizmetler… İstanbul’dan önce gelmiştir. İstanbul halkı onlardan yıllar sonra bu hizmetlerle müşerref olmuştur.[10] Bu mantığa ters değil mi?
Mısırlı bir Arap aydını olan Fehmi Sınnavî Osmanlının katiyen bir sömürgeci olmadığını, Arap âleminin ve Arap gençlerinin bunu Batı propagandası neticesi söylediklerini, ama bu sözlerin çok büyük iftiralar olduğunu söylüyor ve şöyle diyor: “Osmanlı zamanında bütün Arabistan’a pasaportsuz gidebiliyorduk şimdi hangi devlete pasaportsuz gidiliyor? Arap zirveleri, İsrail’e ne kadar boyun eğileceğinin kararlaştırılması için toplanıyor.”[11]
Cezayir kurtuluş savaşının efsanevi lideri ve özgür Cezayir’in ilk cumhurbaşkanı Ahmed b. Bella da şöyle diyor: “Bizim Türklere ilişkin hatıralarımız nedir biliyor musunuz? Endülüs’ün düşmesinin ardından İspanyollar, Cezayir, Tunus ve Libya’yı işgal etmişlerdi. O dönem Cezayirliler, Osmanlı’dan yardım talep etmişlerdi. Osmanlılar da gelmişler bizi kurtarmışlardı. Dolayısıyla Oruç Reisi, Barbaros Hayrettin Paşa’yı hatırlıyoruz. Doğrusu bizler Maşrık’taki, yani Arap dünyasının doğusundaki kardeşlerimizin Osmanlı’yı emperyalist olarak nitelemelerini esefle karşılıyor ve kınıyoruz. Osmanlı, Arap ülkelerini sömürmek için gelmedi, sâdece aramızdaki dinî bağın gerektirdiği dayanışma için geldi.”[12]
Yine Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülaziz Buteflika’nın, o dönemde Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül’e, Osmanlıyı övmesi ve İngilizlerin uyguladığı gibi bir Osmanlı milletler cemiyetinin kurulmasını teklif etmesi, asrımızda cereyan eden Siyonist-Haçlı ittifakı ve bu ittifakın faaliyetlerinin ne kadar tehlikeli olduğunun bilinmeye başladığını ve Osmanlının kadrinin kıymetinin daha iyi anlaşıldığını, biz reddi miras etsek de dünyanın Osmanlıyı aradığını göstermektedir.[13]
- asrın başlarında, İngilizlerin menfi propaganda ve faaliyetlerine inanan, İngiliz altınlarına tamah edip onlar lehine, Osmanlı aleyhine çalışanlar,[14] Osmanlıya kalleşlik yapanlar, 400 yıl koruyuculuğunu yapan o kerim devlete ihânet edenler, hattâ Osmanlıyı arkadan vuranlar çıkmıştır.[15] Ama bunlar münferit hadiselerdir. “Araplar bizi arkadan vurduğu için biz Filistin cephesinde ve Kanal Seferlerinde yenildik”, gibi radikal sözler ve fikirler aslâ doğru değildir. Buda yine Haçlı-Siyonist ittifakının ve propagandasının bir neticesidir. Araplara bizi “sömürgeci ve müstevli” tanıtıp nefret ettirmişler, bize de “Araplar sizi arkadan vurdu” diyerek Araplardan tiksindirmişler, tabiî ki parsayı da kendileri kapmışlar ve hâlâ kapmaktadırlar.[16] Bunlara yani Türk-Arap düşmanlığını pompalayan sözlere aslâ inanmamak gerekir.
Bağdat-Basra bölgesinde o dönemde komutan olan daha sonra Türklerin eline esir düşen, bir seneye yakın Büyükada da tutulan İngiliz Tümgeneral Çharles V. F. Towshend, hatıralarında der ki; “Öteden beri Arapların tâkip ettikleri yol, gâlip gelmek ihtimali olanları selâmlamaktan ibârettir. Zaten dünyada yolunda sabit kalmayan bir millet varsa oda Araplardır.”[17] Osmanlı ordusunun içindeki Arap asıllı paşaların bile İngiliz propagandası tesiri altında kaldıkları, olumsuz davranışlarda bulundukları, buna onları iğfal eden Albay Lavrens’in bile hayret ettiğini yazan eserler vardır.[18] Daha başka misaller de vardır. Ama Hicazdan çekilişimizi yalnız bu ve benzeri söylentilere bağlamak en büyük hata olur.
Osmanlı sâdece onların kalleşliği neticesi yenilmiş değildir. Bazılarının yaptığı gibi, bunun vebâl ve sorumluğunu tamamen onlara yüklemek, her halde haksızlıkların en büyüğü olur. O zaman Balkanlarda 600 sene uşaklığımızı yapan Bulgarlara neye yenildik? Yunanlılara, Sırplara, bir avuç Arnavut’a… neye yenildik? Edirne’ye kadar onlar nasıl gelebildiler? Târihteki bu menfur oyuna hâlâ inanmakta ısrar etmeyelim.
“Bazı târihçilerin ‘Araplar Osmanlıyı arkadan vurdu’ demeleri hiçbir delile dayanmamaktadır. Şerif Hüseyin Paşa’nın emri altında toplanan birlikler; para gücüyle toplanmış bir tür lejyoner bedevilerdi. Bunlar Hicaz çöllerinde göçebe hayatı yaşayan, yağmacılık, hırsızlık ve talanla geçinen son derece câhil, dünyadan habersiz kimselerdi. Bunlar çarpıştıkları Osmanlı askerlerinin mahiyetinden bile habersizdiler. Aklı başında olan Araplardan şehir halkından kimse bu isyancılara katılmamıştır.”[19]
Yine bazı insaflı ve tarafsız târihçiler; “Arap isyanı diye bir şey yoktur. Araplar O günkü İttihat ve Terakki idârecilerinin yaptıkları haksızlık ve zulümlere[20], Filistin Ordusu Komutanı olan Cemal Paşa’nın Roma’nın Sertapları (vâlileri) gibi, bir imparator edasıyla gaddar ve acımasız davranması, birçok Arap aydınını astırması, aşırı şiddet ve tahakküm uygulaması gibi sebeplere…”[21] İsyan etmişlerdir diye değerlendirenler vardır. Yinede insaflı adamlar ki; Memleketten sürüp çıkardığımız Pâdişahlarımızın ölülerini bile biz kabul etmez, ortada kalırken, onlar kabul etmişler, onların yardımı ile cenaze hacizden kurtarılıp, Şam’a, Medîne’ye götürülüp defnine imkân bulunmuştur.
Akif Merhumun bu husustaki değerlendirmesi ne kadar ibretlidir:
Türk Arap’sız yaşamaz. Kim ki “yaşar” der, delidir!
Arap’ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir. [22]
Gerçekten bunun böyle olduğu, 01.01.2009, 07.08.2014 târihlerinde cereyan eden Gazze Savaşlarından sonra daha iyi anlaşılmıştır. Bütün dünya hattâ Arap devletleri bile bu İsrail’in bu soykırımlarını görmezden gelirken, bir tek devlet sesini yükseltmiş ve elinden geleni yapmıştır o da Türkiye’dir. Münferit veya küçük çaplı olumsuzluklar oldu ise de; Osmanlı ordusu Filistin’den çekilirken “Bizi kimlere bırakıp ta gidiyorsunuz ey Osmanlılar!” diye ağlayan Araplar, Kudüs Surlarından Osmanlı bayrağı indirilirken: “Biz bu bayrağın yokluğuna nasıl dayanacağız” diyerek ağlayan, feryat eden, gözyaşı döken, Türk asker ve subaylarının eline ayağına sarılıp nesi var, nesi yok onlara vermeye çalışan Araplar ve yetkililer de olmuştur.[23] Lozan görüşmeleri esnasında TBMM kapılarında gece gündüz dolaşıp; “Bizi İngiliz kurtlarının eline teslim etmeyin” diye Türk Milletine yalvaran Arap yetkililer de olmuştur.[24]
Bunlar yan etkiler olabilir ama esas yenilgimizin sebebi Osmanlının her yönden zayıf olması ve ordumuzun içine politika mikrobunun girmesidir. O dönemlerde Türk ordusu içinde görev yapan Hans Guhr isimli Alman generali:“Filistin’de İngilizlerin teknik imkânları, Osmanlınınkinden 40 misli daha fazla idi” der.[25] Yine Ordumuz içinde görev yapan ve Hatıralarını yazan Alman Generallerden Von Kres, Son Haçlı Seferi (Kuma Gömülen İmparatorluk) isimli kitabında: “Bizim memlekette hiçbir hayvan, Filistin savaşında bizim içtiğimiz suyu katiyen içmez”[26] der ve Osmanlı ordusunun yokluk, kıtlık ve imkânsızlıklar içinde kıvrandığını ve neticede yenildiğini yazar.
Osmanlı Ortadoğu İçin Nimetti
Araplar Osmanlının kıymetini İngilizler ve Fransızlar Ortadoğu’ya yerleştikten sonra anlamışlar, şimdi Yahûdi ile yapılan savaşlardan, icra edilen insanlık dışı zulüm ve katliamlardan sonra daha da iyi anlamaktadırlar. Bunu Mülâzım Mehmed Sinan isimli hatıralarını yazan bir askerimiz yaşadıklarını ve gördüklerini bizzat anlatıyor ve Arapların Osmanlıdan sonra gelen İngiliz ve Fransızlardan hiç memnun olmadıklarını ve savaşın akabinde Osmanlıyı aradıklarını yazmaktadır.[27] Bundan dolayıdır ki; bizim 401 sene kaldığımız o diyârlarda İngiliz ve Fransızlar 20 sene ancak kalabilmişler, ama fitne çıbanının başını da kanatıp, Yahûdi’yi getirip Filistin’e yerleştirmişler ondan sonra defolup gitmişlerdir.
Osmanlı askerleri Kudüs’ü muhâsara eden İngilizlere karşı savunmamış, yani şehrin içine çekilip savunma savaşı yapmamıştır. Sebebi de; Şimdi İsrail’in Gazze’ye yaptığı gibi binlerce top mermisi atılıp kutsal mâbetlerin ve târihî dokunun zarar görmemesi için. Osmanlı Kudüs’ten çekilirken İngilizler gelinceye kadar şehri Araplar yağma etmesinler diye bir artçı bölük bırakmış ve bu bölük esir olmuştur. [28]
Bir Yahûdi yazar “Yahûdi Sözü” gazetesinde, İngilizlerin Kudüs’e girmeleri üzerine 18 Aralık 1917 de şöyle yazıyor: “Türkler bu mukaddes şehri top ateşi altında bırakmamak için savaşsız terk edecek kadar yüksek bir anlayış sergilemişlerdir. Binaenaleyh İngilizlerin de şehri aynı şekilde muhâfaza etmeleri genetiğini istemek zorundayız. Çünkü İngilizler, Mısır ve Hindistan’da olduğu gibi, askerî idârelerini kurdukları ülkelerde eşkıya siyâseti tâkip ve tatbik ederler. Askerî idâreleri altına aldıkları bölgelerde kazı ve araştırmalarda bulunur, bulabildikleri bütün kıymetli ve nadide eserleri kendi müzelerine nakletmek cüretini gösterirler. Osmanlı devleti şu ana kadar İngilizlerin Filistin’de kazı yapmalarını engellemeye muvaffak olmuştur. Fakat mademki şimdi buraya İngilizler hâkimdir, bu hâkimiyetlerinden yukarıda belirttiğimiz tarzda istifade etmelerinden korkmaktayız. Bunun için dünyanın bütün Yahûdileri böyle bir hürmetsizliği protesto etmelidir.”[29] Hey büyük Osmanlı! Seni öldürenler bile hakkını teslim etmekten kendilerini alamıyorlar.
Osmanlının dünya siyâset sahnesinden çekilmesi dünyanın dengesini bozmuştur. Hâlâ o denge yerine gelememiştir. O târihten bugüne ne Balkanlarda, ne Kafkaslarda, ne Ortadoğu’da huzur ve saâdet görülmemiştir. Osmanlı mirasından bir lokma pay alanların da midesine durmuş, yaramamıştır. Temeli takva ile atılan o kerim devletin eksikliği her yerde hissedilmektedir. Bugün Haçlı ilim adamları bile onu örnek göstermektedirler. Bu bahse şöyle ibretli bir misalle son veriyorum:
1967 yılında Paris’te düzenlenen Yahûdi Kongresinin zabıtları arasında bulunan bir belgedeki kayıtlara göre bir delegenin: “Evet bugün bağımsız bir devletimiz var ama mesut muyuz? Osmanlı devrindeki gibi huzurlu muyuz? Samimiyetle ve hepimizin içinden geçenleri dile getirdiğime inanarak söylüyorum ki hayır” diyerek bir gerçeği itiraf etmiştir. [30]
[1]- Bakara Sûresi, 144.
[2]- İsrâ Sûresi, 1.
[3]- Sâmiha Ayverdi, “Osmanlı Asırları”, Damla Yay. İst. 1977, 2. Baskı, s. 59.
[4]- Târih ve Medeniyet Dergisi, sayı 22, s. 30.
[5]- Halil İnalcık, “Târihçilerin Kutbu Halil İnalcık Kitabı”, İş Bankası Yay. İst. 2013, s. 221.
[6]- Cengiz Özakıncı, “Türkiye’nin Siyasi İntiharı”, Otopsi Yay. 13. bas. İst. 2007, s. 235.
[7]- İ. Hâmi Dânişmend, “Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu?”, Milli Ülkü Yay. Konya 1978, s.15.
[8]- Mehmed Niyazi, “Yemen Ah Yemen”, Türk Edebiyatı Dergisi, Aralık 2004,sayı 374, s. 6.
[9]- Selahattin Günay, a. g. e. s. 51.
[10]- A. Ragıp Akyavaş, “Asitane-1” TDV Yay. Ankara 2004, s.196.
[11]- Mustafa Armağan, “Geri Gel Ey Osmanlı”, Ufuk Kitap, Ekim 2007, İst. s. 226.
[12]- İbrahim Refik, “Ahmed b. Belâ”, Boğaziçi Notları 1, Albatros Yay. İst. 2001, s. 119.
[13]- Mustafa Armağan, “Geri Gel Ey Osmanlı”, Ufuk Kitap, Ekim 2007, İst. s. 138.
[14]- Musa Anter, “Hatıralarım”, Yön yay. İst 1991, s. 86.
[15]- Çharles V. F. Towshend, “Irak Seferi ve Esaret”, Yeditepe yay. İst. 2007, s. 112.
[16]- İlhan Bardakçı, “Tuğraların Ağıtı”, Türk Edebiyatı Vakfı Yay. İst. 2004, s. 89.
[17]- Çharles V. F. Towshend, “Irak Seferi ve Esaret”, Yeditepe yay. İst. 2007, s. 113.
[18]- Hans Guhr, a. g. e. s.135; İlhan Bardakçı, “İmparatorluğun Yağması”, s.234.
[19]- Burhan Bozgeyik, “Nasıl Yaşadılar”, Cihan Yay. İst. 2008, s. 93.
[20]- M. Ertuğrul Düzdağ,“Ali Ulvi Kurucu,Hatıralar-2”, s. 54.
[21]- Ali Fuad Erden,“Suriye Hatıraları”,İş Bank. Yay.İst. 2006, s.279-293.
[22]- Ö. Rıza Doğrul, Mehmed Akif, “Safahat”, Yeni Matbaa, İstanbul, 1966, s. 206.
[23]- Selahattin Günay, a. g. e. s. 116. Arapların hepsinin asi ve Türk düşmanı olmadıklarının, Kanal seferi ve Filistin savaşlarında Türk ordusuna ne kadar yardım yaptıklarının, faydalı olduklarının bilinmesi için şu kitabın okunması gerekir. Ali Fuad Erden, “Suriye Hatıraları”, İş Bankası Yay. İst. 2006, s. 82.
[24]- Mustafa Armağan, “Târihimizle Hesaplaşma”, Profil Yay. İst. 2007, s. 9.
[25]- Hans Guhr, Çev.Eşref Özbilen,“Türklerle Omuz Omuza”,İş Bankası Yay.İst.2007, s.189,192.
[26]- Von Krees, a. g. e. s. 49.
[27]- Mülâzım Mehmed Sinan, “Harp Hatıralarım (Çanakkale-Irak-Kâfkas Cephesi)”, Vadi Yay. Ankara 2006, s. 140.
[28]- İbrahim Refik, “Tefekküre Yolculuk”, Albatros Yay. İst. 2004, s. 163.
[29]- İskender Pala, “Divane Güzeller”, Kapı Yay. 2004, İst. s. 265.
[30]- Necati Özfatura, Yeşilay Dergisi, Ekim 1992, s. 21.
[30]- Michael Finkel, National Geoğraphiç Türkiye, Aralık 2007, s. 116.