Gecenin karanlığını, gıcırtılı bir kapı sesi araladı. Sessizlik, toza bulanıp görünür bir hal aldı. Ayan olan ama beyan olmayan, beyanatı bulunmayan ve sandığımdan çok daha güzel ve çekici bir görüntüye sahipmiş mübarek. Fakat konum bu değil şimdi. Çıkarttığı gıcırtılıyla, çok uzun süredir açılmadığını ele veren kapının ardından karşıma çıkanları yazmaya niyet ettim.
Aralanan o kapının eşiğinden adım attım içeriye. Hiç korkmadan, tereddüte düşmeden, bir an duraksamadan. Zaten yarım akıllı olduğumu hep söylerler. Bunun getirdiği cahil cesareti ve budalaca cüret de, pek şaşırılası bir şey olmasa gerek o yüzden. Bilinmeyen şeyden korkmak, hayvanlarda bile bir içgüdü halinde mevcutken, benim bünyemde ne bir bilinç ne de bir içgüdü bulunmuyordu o sırada. Açılan o kapıdan içeriye hipnotize olmuşçasına, karşı konulmaz bir çağrıya icabet ediyormuşçasına giriverdim.
Karanlığın bin bir mertebesinin içinde, meğer ‘siyah’ deyip de geçtiğimiz rengin ne kadar geniş bir ton yelpazesinin bulunduğuna şaştım. Oysa ilk anda her şey zifiri karanlık gibi görünmüştü bana. Gözün alışması ve sağladığı uyumu ne mükemmel bir şeydi. Karşımda, tahtı andıran bir koltuk vardı. Dört başı mamur, oturaklı ve krallara yakışır cinsinden. Onun üzerinde birisi oturuyordu. Oturmak değil, kurulmaktı aslında yaptığı. Krallara yakışır cinsinden…
Onu orada görür görmez, o yarım aklım da oynamıştı yerinden. Haşmetinden korkmuştum da, deli gibi. Eş zamanlı olarak, içgüdülerime aniden kavuşmuş gibi “neden?” diye sorup atılmak gelmişti içimden. Ya da bir refleksti belki, bunu sormak. Bilmiyorum.
Neyin sebebini sorduğumu o an akıl edemiyordum haliyle. Belli ki, aklımın tamamı henüz başımdayken, kişisel tarihimin en destansı yenilgisini yaşatmıştı bana, bu savaşçı kral. Çünkü geçmişimin farklı zamanlarındaki neden arayışlarımı topluyordu, tek kişi gibi görünen bedeninde. Yani bir birikintinin katmanlaşıp vücuda gelmiş haliydi, o tahtın üzerine kurulan ‘şey’. Tabi suskunluğundan ve istifinden hiçbir şey kaybedip bozmadan yüzüme bakmaya devam etti öylece, oturduğu yerden. Krallara yakışır cinsinden… Başta bahsettiğim o güzel olan sessizliğin öteki yüzüyle; çileden çıkartan.
Vaktiyle her bir teline dilekler dileyip çaputlar bağladığım siyah saçları, sürekli dalgalanıp dans ediyordu omuzlarının üzerinde. Rüzgarsız ve kıpırtısız havaya rağmen. Zaten yüzü de an be an şekilden şekle giriyordu, bilinen dünya yasalarından tamamen azade olan o bilinmeyen alemde. Evet, bambaşka bir alemin ve koşulların içine sokup hapsetmişti beni, gıcırtıyla açılan o kapı. Ağzımdan az evvel çıkıp çoktan susmuş olmasına karşın, sorduğum o soru hala varlığını sürdürüyordu aramızda yalnız. Sebep arayışım, onu bulma kavgam ve çoktan yenilmiş olmama inat hala pes etmediğim süreğen ve kronik bir savaş gibiydi bu. Şekilden şekle giren yüz, en korkunç halini alıp o halde donmuştu, sorumla birlikte. Demek ki bütün şimşekleri üzerime çeken bir şeydi, sebep ve neden arayıp sorgulayışım.
Kralın yüzünün en korkunç hali suratına yapışadursun, ortamdaki ağır rutubet kokusundan da boğulmak üzereydim bu arada. Nem değil, rutubetti bu. Nemin eskimiş ve kokuşmuş hali. Bu şartlar, yaşamam için elverişli değildi benim. Artık emindim. Bir kaçış yolu bulamazsam, sonsuza dek içine hapsolacağım distopik bir boyuttu bu. Kabus olamayacak kadar korkunç bir realiteydi. Arttırılmış gerçekliğe sahip olan bir tür kabus da olabilirdi gerçi. O saçlar neden devamlı dalgalanıyordu, sürekli değişip dönüşen yüzün manası neydi, “neden” diye soruşum bilhassa, asıl o niyeydi ve daha bir sürü soruyu bir anda ilgi alanımın dışında bırakmıştı, oradan kaçmak için içimde duyduğum muazzam istek. Can havli denen şey, içgüdüsel bir şeyse, artık tamamen bunun güdümü altındaydım şimdi. Nefes yoksa hayat yoktu. Bu rutubet varken de nefes alamayacaktım daha fazla.
Sonra mucizevi bir şekilde yeniden aralandı, o gıcırtılı kapı. Yaşama içgüdüsü nasıl bir dürtüyse, bir an bile düşünmeden oradan dışarıya attım kendimi tekrar. İçeriye. Buraya.
Sonra hayat, kaldığı yerden devam etti. Nefes almak bedelsizdi. Oh be! Evet ama neler olmuştu az önce? Rüya tabirlerine değil de, kabus tabirlerine mi bakmalıydı şimdi? Ne yapmalıydı?
Fakat kendi ömrümde yeni bir çağı başlatmıştı, olanlar. O nefesimi boğan ortama, ne yapıp edip asla tekrar adım atmamayı bilmiştim şimdi. Yarım akıllılığa ve büyülenmişliğe dair tüm yazılımlarımı silecek ve zihnime bir format atacaktım. “Neden?” diye sorguladığım her şeyin suratına tükürüp sırtımı dönecektim. Krallara yakışır cinsinden!